İstiklâliyetlerinin 30. Yılında Türk Cumhuriyetleri

Okan Yeşilot, Araylım Musagaliyeva, Ahmet kanlıdere, Cengiz Buyar, Murat Özkan, Fırat Purtaş-Abzal Dosbolov, Vügar İmanbeyli, İlyas Kemaloğlu, İrina Bogolova, Ramin Sadıgov, Ömer Kul, Serhan Afacan, Yalçın Koç, Yasin Çatal

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Bahar Mektubu

Söz verdiğimiz gibi, istiklâliyetlerinin 30. Yılında Türk Cumhuriyetlerine dair fena sayılmayacak bir dosya ile huzurunuzdayız.

30 yıl, devlet ve milletlerin hayatında siyaseten ve fiilen küçümsenecek bir zaman değildir, fakat târihen kısa bir nefes mesâbesinde yahut bir “soluk”luk vakit sayılabilir.

MAKALELER

Çanakkale Muharebeleri’nin iki ana safhasını oluşturan Deniz ve Kara Muhare-beleri’nde, Türk ordusunun gösterdiği insanüstü mücadele ve başarı; Boğazda icra edilen taarruzlara set olan çelik iradenin yanında büyük bir ön hazırlık, yerinde alınan kararlar ve Türk Kurmay zekasının ürünüdür. 1914 yılının Ağustos ayından itibaren, devam eden umumî seferberlikle eşgüdümlü olarak, Çanakkale Boğazı’nın Anadolu ve Rumeli yakasında kıyı şeridinde ve boğazın serin sularında bir dizi hazırlık yapılmıştı. Tabyalar daha muhkem hale getirilmeye başlandı. Boğaz’ın uç kısmında bulunan ve merkez tahkimatın yapıldığı Ertuğrul, Seddülbahir, Kumkale ve Orhaniye Tabyaları, İtilaf donanmalarını karşılayacak ilk askerî mevziler olmasının yanı sıra Boğaz’ın iç kısmında bulunan Mecidiye, Hamidiye, Namazgah ve Ertuğrul Tabyaları seferberlik ilanının hemen ardından belirli aralıklarla ağır bataryalarla silahlandırıldı. Ağustos ayında itibaren, Çanakkale Boğazı’na belirli aralıklar ve başarılı bir koordinasyon ile mayın hatları döşenmeye başlanmıştı. Ayrıca Boğaz’ın her iki yakasında gece saldırılarını etkisizleştirmek için büyük projektörler yerleştirilirken, Boğaz’ın en dar yeri olan Nara Burnu’na denizaltı tehdidini önlemek için derinliği yaklaşık 30 metre olan ağ gerildi. Ağır ve sabit toplara ilave olarak hareketli bataryalar yerleştirildi. Boğazın müdafaasında yapılacak savunmada gereksiz olduğu düşüncesiyle Osmanlı Devleti’ne ait bazı savaş gemilerinden toplar sökülerek Anadolu ve Rumeli taraflarındaki mevzilere konuşlandırıldı. Bu ve benzer bir dizi çalışmaların mimârı elbette ki Müstahkem Mevkii Komutanı Cevat Bey ve Boğaz’ın müdafaasına memur edilen Türk ve Alman zabitleri, er ve geri hizmette bulunan isimlerdi. İnkar edilemez bu hakikat, bir eksik isimle oldukça yerinde bir tutumdur. İsmi bir türlü Çanakkale ile zikredilmeyen, bu hususta ısrarlı bir çekingenlik sergilenen kişi Başkumandan Vekili ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa’dır. Çanakkale Boğazı’nı savunma konusunda yetkili Müstahkem Mevkii Komutanlığı’nın doğrudan bağlı olduğu Harbiye Nezareti’nin başında bulunan Enver Paşa, tüm harp boyunca neredeyse Çanakkale ile yek vücut olmuştur. Bu girizgahtan sonra, Enver Paşa’nın 2 Ağustos 1914 ve 18 Mart 1915 arası yaklaşık yedi ay boyunca Boğaz’ın savunması ve tahkimatı için verdiği emirler, harbin seyri hakkında düşünceleri ve cepheye bu tarihler arası yaptığı dört ziyareti incelenecektir…

Türk musikisi, Anadolu birliğini teşkil eden esastır; bu itibarla Anadolu birliğine mahsus “Vatan”dır. “Anadolu birliği” ile, Anadolu halklarına (ethne) mahsus birliği (unitas) kastediyoruz. “Türk musikisi” ifadesinde geçen “Türk” isminin silinmesi neticesinde Anadolu birliği “Vatan”ı kaybeder. Anadolu birliği bu suretle ayrışır, bölünür ve yıkılır.  Mesela “Diyarbakır Devlet Klasik Türk Musikisi Korosu” adı, yakın zamanda “Diyarbakır Medeniyetler Müziği Korosu” şeklinde değiştirilmiştir. Diyarbakır Medeniyetler Müziği Korosu’nun, mesela “Urartu müziği” yahut “Asur müziği” icra etmesini beklemek hayal ve safsatanın ötesinde abestir. Anadolu halklarına (ethne) mahsus musikinin ve bu itibarla nağme mimarisinin esası Türk musikisidir. Anadolu halkları (ethne) Türk musikisi suretiyle “birlik”tir. Bu bakımdan, Türk musikisi ifadesini, “Türk” ismini silmek suretiyle iptal etmek; Türk musikisi ifadesini, Türk musikisinin teşkil esasları ile alakası bulunmayan mesela “medeniyetler müziği” ile değiştirmek, Anadolu birliği cihetinden bölücülüktür ve yıkıcılıktır. Anadolu birliği “Vatan”ı kaybetmek, ve bu suretle yıkılmak ve yok edilmek tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu yazıda, asli kimlik ve etnik kimlik ayrımından hareketle bahis konusu tehlikenin nasıl bertaraf edileceğine temas ettik… 
    

İran İslam Cumhuriyeti, 1.531.595 kilometre karelik yüzölçümü ve güncel verilere göre 82 milyonu aşan nüfusuyla Batı Asya’nın önemli devletlerinden biridir. İran’ın güneydoğusundan başlayarak Pakistan, Afganistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Ermenistan, Türkiye ve Irak ile paylaştığı toplam 5,894 kilometrelik kara sınırlarının büyük bölümünün diğer tarafında Asya devletleri yer alır. Bu kara bağlantısı, İran’ın Asya ile olan hayatî ilişkilerinin en önemli zeminidir. Türkiye gibi İran da genel anlamda Asya’nın, özelde ise Orta Asya ve Güney Kafkasya’nın Batı ile olan bağlantısında kilit konumdadır. Çin’in bir süredir üzerinde çalıştığı ve bazı tahminlere göre çeşitli ülkelere toplamda 1 trilyon Dolar civarında bir Çin yatırımı getirecek olan Kuşak-Yol Girişimi (Belt and Road Initiative), bu durumun önemli göstergelerinden biridir. Denilebilir ki İran’ın konumu, dış ilişkilerinin hemen her alanına etki edecek derecede önemlidir. Öyle ki, İran’ın Rusya, Çin, ABD, Hindistan ve doğal olarak Türkiye ile olan ilişkilerinde konumu, temel belirleyicidir. Bu, yeni bir durum da değildir. Tarihî, edebî ve geniş anlamda kültürel etkileşimler dikkate alındığında İran, Asya’nın asli bir parçasıdır. Nitekim İran ile geçmişte Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasında kalan bölgeleri ifade eden Maveraünnehir arasındaki ilişkiler oldukça eskidir. Bölgenin Türkleşme süreci ancak IX. yüzyılın son çeyreğindeki Oğuz göçleriyle başladı ve bölgenin etnik yapısı kalıcı olarak Türkler lehine değişti. W. Barthold, X. yüzyıldan itibaren Ceyhun Nehri’nin İranlı ve Turanlı hükümdarlar arasında “nüfuz alanı” sınırı olduğunu belirtir…

Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan, Sovyetler Birliği’nin 8 Aralık 1991 tarihinde resmen dağılması üzerine bağımsızlıklarını kazandı. 2021 yılı ise Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarının 30. yılıdır. Adı geçen devletlerin uluslararası pazarlara uzak ve denizlere doğrudan çıkışlarının olmaması, dünya ekonomisine entegrasyonlarını zorlaştırdı. Ayrıca Bağımsız Türk cumhuriyetleri arasında farklı alanlarda bulunan birçok sorun zaman içerisinde çözülmeye çalışılmışsa da tam bir mutabakat sağlanamadı. Doğal zenginliklerin yanında bölgenin stratejik önemi, süper güçlerin ilgisini arttırdı, bu durum bölge devletlerini egemenliklerini korumak için realist politikalar izlemeye sevk etti. Türkistan coğrafyayasında Çin, “Kuşak-Yol Girişimi”, Rusya ise Avrasya Ekonomik Birliği projeleriyle etkin güç olmaya çalışmakta ve iki güç arasında rekabetsel bir işbirliği göze çarpmaktadır.
Bilindiği üzere bağımsız Türk cumhuriyetlerinin coğrafî konumu stratejik ticaret yollarının kesişme noktasında yer almaktadır. Bölge devletleri problemlerinin çözümü, ulusal güvenlik ve istikrar gayesiyle güvenlik ve işbirliği mekanizmaları işletmek istemektedir. 11 Eylül terör saldırılarından sonra bu türden mekanizmalara ABD de dâhil oldu. 1991 sonrası dönemde Rusya’nın Çin’le ilişkisi güçlendi, fakat bağlar gittikçe asimetrikleşti. Bu bağlamda Çin, Türk devletlerindeki kaynaklara ulaşmak amacıyla yatırım ve ekonomik ilişkiler kurmakta ve bölgeyi kendisine bağlayacak güçlü bir kara ve demiryolunun yanı sıra boru hatları da ortaya çıkarmaya çalışmaktadır.

XX. yüzyılın egemen güçlerinden biri olan SSCB’nin dağılması, dünya siyasetini köklü şekilde değiştiren önemli olaylara neden oldu. Dünyanın en büyük komünist rejiminin tarih sahnesinden çekilmesiyle, yerine Batı tarzı demokrasi kültürünü arzulayan bağımsız devletler ortaya çıktı. SSCB’deki sorunların varlığı daha 1980’lerin başında fark edilmiş, Mihail Sergeeviç Gorbaçov 1985’te ülkenin başına geçince ekonomik, siyasi ve kültürel kalkınma yaparak sorunların üstesinden gelebileceğini düşünmüştü. Sovyet sistemini değiştirmeden kötü giden ekonomiye çare olmak ve tıkanan sosyalizmi yeniden eski gücüne kavuşturmak için Gorbaçov, yeniden yapılanma (Perestroyka) ilan etti. Fakat tek partili yönetim anlayışı planın uygulanmasının karşısındaki en önemli engeldi. Daha fazla özgürlük ortamı sağlayarak engelleri ortadan kaldırabileceğini düşünen Gorbaçov, Sovyet Komünist Partisi’nin 1987’deki Ocak genel toplantısında yeni bir siyasi çizgi olan, Açıklık (Glastnost) reform paketini kabul ettirdi. Bu bağlamda ifade özgürlüğü alanında mühim değişiklikler yapıldı. Sansür ortadan kaldırıldı, yeni gazetelerin yayınlanmasına izin verildi. İfade özgürlüğü ülkede yeni siyasi partilerin ortaya çıkmasına imkân tanıdı. Yeni bir dönem başladı; bu dönemde Perestroyka şiddetle savunulurken Komünist Partisi’nin totaliter idarecilik metotları, millî ayrımcılık ve halkları parçalama siyaseti eleştirildi, partinin daha fazla demokratikleşmesi çağrısı yapıldı... 

Avrupa Birliği genel olarak Orta Asya’da yeni oyuncu olarak kabul edilmektedir. Hâlbuki SSCB’nin yıkılışından ve çok yönlü münasebetler sisteminin kurulmasından sonra AB, bölgede kendi varlığını hissetirmeye çalışan bölge dışı ilk ülkelerden biri oldu. Bu paradoksu kısmen de olsa AB’nin dış politikasının genel özelliği ve uluslararası sistemin oluşumu tam tamamlanmamış bir oyuncusu olmasıyla açıklamak mümkündür. AB’nin Orta Asya’daki faaliyetlerinin önemli özelliklerinden biri de merkezî odağının bölgesel stratejiden bölgedeki diğer dış oyuncularla işbirliği geliştirmeye doğru yönelmesidir. Bu yazının da gösterdiği gibi bunun neticesinde AB’nin Orta Asya siyaseti, Rusya’nın bölgedeki etkisini sınırlandırma çabasından Çin’in bölgesel inisiyatiflerine katılım sratejisini oluşturmaya yönelik bir değişim süreci geçirdi.

Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra Rusya’nın Orta Asya’ya yönelik politikası, inişli-çıkışlı bir seyir izledi. 1990’lı yıllarda Moskova, birçok sebepten ötürü dış politikasında Orta Asya’ya yer vermedi. Bunun ilk nedeni, Rusya Federasyonu’nun ilk Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in (1991-1999) bütün dikkatlerini Batı’ya çevirmesi ve Batı ile entegrasyon süreci başlatmasıdır. İkinci en önemli neden ise, Moskova’nın bu cumhuriyetlerin dünya siyasetinde “yeni oyuncu” olduklarını ve bunların ister istemez siyasi ve ekonomik olarak Moskova’ya olan bağlılıklarının devam edeceğini düşünmesi idi. Rusya’nın kendisinin iç siyaset ile ekonomide sorunlar yaşaması, SSCB’nin parçalanma sürecinin ikili münasebetlerde birçok soruna yol açması, Kremlin’in ekonomik desteğe ihtiyaç duyan eski Sovyet cumhuriyetlerine yardım edecek güçte olmaması, cumhuriyetlerin kendilerinin de ilk yıllarda “eski başkentlerinden” uzak durmaya çalışmaları gibi hususlar da Moskova’nın bu yaklaşımının başlıca sebepleriydi. Bütün bunlardan dolayıdır ki, 1992 yılı Rus Dış Politika Konseptinde Orta Asya bölgesine pek yer verilmedi.

29 Kasım 2019’da Taşkent’te Orta Asya cumhuriyetleri devlet başkanlarının katıldığı II. İstişarî Zirve’de bölgesel işbirliği potansiyeline değinildi, ülkeler arasındaki yakınlaşma eğiliminin tarihî gerçekliklerden ve çağdaş dünyanın meydan okumalarına karşı koyma isteğinden ileri geldiği vurgulandı ve bir düzine alanda (siyasi diyalog, bölgesel güvenlik, ekonomik kalkınma, ticaret, ulaşım hatları, çevre, kültür vs.) ortak çabaların artırılması ve somut adımların atılması gerekliliği ifade edildi. Somut projelerden ziyade bu genel hususların, kaçıncı kez dile getirilmeleri bir yana, neredeyse 30 senedir bağımsızlıklarını ilan etmiş olan bölge ülkeleri arasında tekrar edilmesi, gelinen noktada bölgesel işbirliğinin pek tatminkâr seviyede olmadığına işaret etmektedir. Hele bu ülkelerden Türk cumhuriyetleri olarak nitelendirilen dördünün (Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan) etnik, dilsel, dinsel, kültürel ve tarihsel anlamda çok yakın bağlara –ki bunlar, şüphesiz, işbirliğini kolaylaştıran temel unsurlardır- sahip oldukları düşünüldüğünde bölgesel işbirliği alanındaki olumsuz durumun boyutu daha iyi anlaşılabilir. Mevzubahis toplantıya Azerbaycan da katılsaydı, muhtemelen sonuç ifadeleri -her ne kadar son 15 senede Bakü ile Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerin istikrarlı bir ivme kazanmış olması bir vakaysa da- benzer olacaktı. O hâlde sözkonusu bölge ülkeleri arasındaki işbirliği ve entegrasyon çabalarına nelerin engel olduğu sorusunu sormak gerekir. Bu arada Türkçe literatürde Türk cumhuriyetlerinin daha ziyade Türkiye (veya kısmen Rusya) ile işbirliği ve entegrasyonu konuları öne çıkarken bu ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerin ve işbirliklerinin zorlukları mevzularının genellikle göz ardı edilegeldiği not edilmelidir…  

Türk cumhuriyetleri bağımsızlıklarının 30. yılına girerken Türkiye’nin de 30 yıl öncekinden çok farklı ülke olduğu tartışmasız bir olgudur. Türkiye’nin büyümesinde ve değişiminde Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 5 yeni Türk cumhuriyetinin ortaya çıkması, dönüm noktası oldu. SSCB egemenliğinde bulunan Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlık kazanmaları Türkiye’nin dış politikasına “Türk Dünyası” olarak adlandırılan öncelikli bir alan açtı. 30 yıl önce Türkiye’de TİKA, Yurt Dışı Türkler Başkanlığı, Yunus Emre Enstitüsü, AFAD gibi devlet kurumları bulunmamaktaydı. Aynı şekilde 30 yıl önce Türkiye’nin kurulmasına öncülük ettiği TÜRKSOY, Türk Konseyi, TÜRKPA, Türk Akademisi gibi uluslararası örgütler de yoktu. 30 yıl önce Türkiye yurt dışında yüksek öğretim kurumu açma tecrübesine sahip olmadığı gibi, Türkiye’deki uluslararası öğrencilerin sayısı çok sınırlıydı ve günümüzde olduğu gibi 200 bini aşmıyordu. 30 yıl önce Hazar enerji kaynaklarını Türkiye üzerinden dünyaya ulaştıran boru hatları inşa edilmemişti ve Türkiye’yi enerji “hub”ına dönüştürecek yeni projeler akla dahi gelmiyordu. Demir İpek Yolu gibi bir kavram olmadığı gibi İstanbul Boğazı’nın altından kara ve demir yolu ulaşımını sağlayan tüneller de gündemde yoktu. Türkiye’yi büyüten ve bir asır önce olduğu gibi üç kıtada sözü dinlenir bölgesel bir dünya gücüne dönüştüren gelişmeler 30 yıl önce Türk cumhuriyetlerinin bağımsız olması ile başladı.
Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik girişimlerini Neo-Osmanlıcılık, Pan-Türkist ve Turancı dış politika olarak değerlendiren çevreler azımsanamaz. Söz konusu çevreler Türkiye’nin Türk cumhuriyetleri ve akraba topluluklarla geliştirdiği işbirliklerini “irredantizm” olarak nitelendirmektedirler. Hâlbuki Türkiye ve Türk cumhuriyetleri arasındaki çok yönlü ilişkiler eşitlik, egemenliğe saygı ve karşılıklı çıkar temelinde tesis edildi; paylaşılan ortak dil, tarih ve kültür işbirliği sürecinin hızlı bir şekilde gerçekleşmesine imkan sağladı. Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ortaklıklar tüm taraflara kazandıran “pragmatik” bir anlayışla yürütülmektedir…

Kırgızlarla ilgili ilk bilgiler M.Ö. 201 yılındaki olaylar vesilesi ile Çin tarihçisi Sıma Çyan tarafından yazılan Tarihî Hatıralar adlı çalışmada yer alır. Bu kaynakta Kırgızların, Hunların hükümdarı Mete Han tarafından M.Ö. 201 yılında hâkimiyet altına alınmasından bahsedilir. Han Sülalesi dönemine (M.Ö. 206 - M.S. 220) ait kaynakta Kırgız adının Ge-K’un, Kie-kun şeklinde yer aldığı görülür. Kaynakların kaleme alındığı dönemlere göre Kırgız adı değişik şekillerde yazılır. Eski Türk yazıtlarında Kırgızlar ile ilgili tarihî olaylara bağlı olarak çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Yazıtlarda Kırgız adının genel olarak Kırkız şeklinde yazıldığı görülmektedir. Bunun yanında Arapça kaynaklarda Hırkız, Farsça kaynaklarda Hırhız veya Kırkız, diğer Türkçe kaynaklarda Kırgız, Kırkız şeklinde geçmektedir. Kırgız adının anlamı ile ilgili bilim dünyasında çeşitli görüşler bulunmakla birlikte kırk sembolizmi ve buna bağlı bilgilerden hareketle Kırgız adının kırk boy anlamına geldiği şeklindeki görüş ön plana çıkmaktadır. Kırgız tarihi ana çizgileriyle, Hunlar ve ilk yazılı bilgiler, I.-V. yüzyıllar arası Kırgızların durumu, Türk Kağanlığı dönemi, Yenisey Kırgızları, Uygur Devleti, Kırgız Kağanlığı, Karahanlılar, Haydu Devleti, Moğol Devleti, Timurlular, Kırgız-Kalmuk mücadeleleri, Cungar Hanlığı ile ilişkiler, Hokand Hanlığı, Rus Çarlığı ve Sovyet dönemi, 1991 sonrası bağımsız Kırgızistan başlıkları altında ele alınmaktadır…
 

Yakın zamana kadar Orta Asya Türk cumhuriyetleri hakkındaki bilgilerimiz oldukça sınırlıydı. Bu cumhuriyetlerin merkezinde yer alan Özbekistan hakkında da Türkiye’de hatırı sayılır bir çalışma olduğu söylenemez. Bağımsızlık sonrasındaki gelişmeler hakkında yazılanların bir kısmı hamaset ve övgülerle bezenen, Özbek resmî kaynaklarını sorgusuz bir şekilde nakleden, hassas mevzulardan kaçınan ve mevcut durumu haklı gösterme gayretkeşliği içindeki makalelerden oluşuyor. Özbekistan’a kısa süreli ziyarette bulunan Türklerin çoğu, bildik bazı önyargılar ve ilgilerle meseleye bakmaktadırlar. Bu konudaki sorgulayıcı yazıların çoğu Batı’da kaleme alınan makalelerdir. Siyaset bilimcilerin ve uluslararası ilişkiler uzmanlarının yazdıkları önemli ölçüde Batılı araştırmacıların ürettiği birikime dayanıyor. Batılı uzmanların da kendi özel ajandaları, farklı hassasiyetleri ve ilgileri bulunmaktadır. Dolayısıyla, bu makalenin amacı, Taşkent’teki dört yıllık gözlemlerime dayanarak, ayrıca Batı’da, Rusya’da ve Özbekistan’da yazılanları da göz önüne alarak, son otuz yılda yaşanan gelişmeleri değişik cepheleriyle ve tarafsız bir gözle anlamaya ve anlatmaya çalışmaktır…

Bağımsız Azerbaycan’ın kuruluşu 

Azerbaycan Türkleri, Kafkasya’da yaşayan diğer milletlerden farklı olarak, Türkiye ve İran ile etnik, din, dil ve kültür bağlarına sahiptir. Bu bağlar, bölgede yüzyıllar süren Türk hâkimiyetinin bir sonucudur. Türklerin Azerbaycan’a ilk girişleri M.Ö. VII. yüzyılda Sakaların (İskitler) bölgeye gelip yerleşmeleri ile başladı. Yine farklı tarihlerde bölgede Selçuklular, Moğollar, Harezmşahlar, Timurlular, Karakoyunlular ve Akkoyunlular hâkim oldu. Akkoyunlu Devleti’nin XVI. yüzyıl başlarında yıkılmasıyla bölgede Safeviler hüküm sürmeye başladı. Bu dönemden itibaren bölge, devamlı olarak Safevi, Osmanlı ve Rusya arasında bir hâkimiyet mücadelesine sahne oldu. Yaşanan iç çekişmeler, Kuzey Azerbaycan’da Karabağ, Şeki, Gence, Bakü, Derbent, Kuba, Nahçıvan, Talış ve Revan hanlıklarının, Güney Azerbaycan’da ise Tebriz, Urmiye, Erdebil, Hoy, Makü ve Meraga hanlıklarının kurulması ile sonuçlandı. Hanlıkların XIX. yüzyılın ilk yarısında Rusya tarafından işgal edilmesiyle Azerbaycan’da Çarlık Rusya’sının hâkimiyeti başladı. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Güney Kafkasya’da Gürcüler, Ermeniler ve Azerbaycan Türkleri arasında bağımsızlık fikri gelişti. Ermenilerin milliyetçi fikirleri Taşnaksutyun Partisi tarafından desteklenirken, Azerbaycan’da Musavat Partisi, Türklerin örgütlenmesine öncülük etti. 28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Halk Cumhuriyeti kuruldu, fakat Nisan 1920’de Kızıl Ordu tarafından yıkıldı. Azerbaycan 1936’da kurulan SSCB’nin 15 üyesinden biri oldu. XX. yüzyılın başından itibaren birçok defa karşı karşıya gelen Azerbaycan Türkleri ve Ermeniler arasındaki sorunları SSCB’nin çöküş süreci gün yüzüne çıkarttı...
 

Kazak halkı, bağımsızlık uğrunda uzun yıllar mücadele etti. Yaklaşık 300 yıl süren Çarlık Rusya hâkimiyeti, Kazakların tarihinde derin izler bıraktı. Ancak 1917 Ekim Devrimi ile bu halkın hayatı büsbütün değişti. Bolşeviklerin geleneksel yaşam tarzını yok etmesi, Kazaklar için bir trajediye dönüştü. Bu yılları bölge açısından sosyal felaket dönemi olarak tanımlamak mümkündür. Bunun esas sebebi, doğrudan devletin izlediği politikayla ilgilidir. 1930’lu yıllarda Kazakistan kolektifleştirme, zorunlu göç, Karlag’ın açılması, 1932-1933 yıllarındaki açlık felaketi ve özel yerleşimcilerin sınır dışı edilmesi gibi tarihî süreçlerden geçti. Birlik içerisinde 1926’dan 1989’a kadar yapılan nüfus sayımına göre 1926’da 6.197.932 olan toplam nüfusun 3.624.612’sini, 1939’da 6.151.102’nin 2.327.652’sini, 1959’ da 9.294.741’in 2.787.309’unu, 1970’de 13.008. 726’nın 4.234.166’sını, 1979’da 14.684.283’ün 5.289.349’unu, 1989’da 16.464.464’ün 6.534. 616’sını Kazaklar teşkil etmekteydi. Kazak nüfusu özellikle 1932-1933 yıllarında yaşanan açlık felaketinden etkilendi. Geleneksel düzenin yok edilmesi neticesinde milyonlarca Kazak hayatını kaybetti, bir kısmı komşu devletlere göç etti. Alaş Orda hareketine mensup kişilerin neredeyse tamamı öldürüldü, Alaş Partisi’nin 4.297 üyesi takibata uğradı. 1920’den 1953’e kadar olan dönemde başta aydın kesim olmak üzere toplamda 110 bin kişi siyasi baskılara maruz kaldı…

ARŞİV