Milli Mücadelenin Doğu Cephesini Hatırlamak

Selçuk Ural, Cengiz Atlı, Muharrem Turp, Nesrin Hangül, Mehmet güneş, Halit Baş, Yasin Ercilsin, Fahri Yetim, Ömer Obuz, Davut Dursun, Mustafa Güçlü

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Güz Mektubu

2020, yakın tarihimizde “dönüm noktası” sayılabilecek birçok mühim ve hattâ olağan üstü vak’anın 100. yıldönümü idi.

MAKALELER

Siyasette görev alan zevatın gözlemleri, şahitlikleri ve yaşadıklarına ilişkin notları siyasi hayatımızın işleyişi hakkında sağlıklı değerlendirmelerde bulunmak için büyük bir öneme sahiptir. Ne var ki önemli kişilerin hatıratını yazma geleneği ancak yeni yeni gelişmekte ve bu konuda hatırı sayılır bir literatür ortaya çıkmış bulunmaktadır. Altmışlı ve yetmişli yıllarda önce yüksek öğrenim öğrencileri dernekçiliğinde arkasından da siyasette önemli sorumluluklar yüklenmiş, pek çok siyasi ve sosyal gelişmeye şahitlik etmiş Rasim Cinisli’nin kaleme aldığı BİR DEVRİM HAFZASI (İstanbul: Doğan Kitap yayınları, 2017, 624 sayfa, ekler, indeks) adlı hatıratı ilgi ile karşılanmış ve kısa zamanda üç ayrı baskı yapmıştır. 
1939’da Erzurum’un Cinis köyünde doğan Rasim Cinisli’nin nispeten hacimli hatıratı, İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarında dernekçiliği, özellikle de öğrenci dernekçiliği ile 1969 seçimleriyle başlayan siyasetçiliği çerçevesinde şekillenmektedir.  Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) Genel Başkanlığı (1965-1967) ile iki dönem Erzurum milletvekili olarak TBMM’inde görev yaparken yaşadıkları önemli gelişmeler olmuştur. Toplam yirmi dört bölüm halinde belli başlıklar altında ele alınan konular kendi hayat hikâyesindeki önemli gelişmelerin özetini vermekte, konularla ilgili gelişmelerin yanında düşüncelerini ve kanaatlerini de okuyucu ile paylaşmaktadır. Kitabın Ekler kısmında (543-605) dört farklı konuda özgün öneri ve düşüncelerine yer vermektedir. Okuyucu sadece Cinisli’nin gözlemlerini okumakla kalmıyor onun olaylar ve gelişmeler hakkındaki düşüncelerini de öğrenme imkânı buluyor… 
 

Toplumların varlıklarını devam ettirebilmesinin en temel şartlarının başında değişmek gelmektedir. Sosyal hayat durağan olmanın tam aksine dinamik bir süreçtir. Bu nedenle gruplar ve kurumlar sürekli bir değişim süreci içindedir. Sosyal değişimin yönü olumlu olduğu kadar olumsuz da olabilmektedir.  Kesintiye uğramadan devam eden sosyal değişim sürecinin sebepleri üzerinde çok farklı açılarda düşünülerek aşağıda sıralanan temel sebepler ortaya konulmuştur:
1-İnsan tabiatında, monotonluktan kaçmak psikolojik bir ihtiyaçtır. İnsan için istikrar değerli şeydir ancak değişme unsurundan yoksun olursa belirli bir süre sonra insanı sıkar. 
2-Sosyal temaslar ve kültür etkileşimi sosyal değişmenin önemli bir sebebidir. Teknolojik gelişmelerin hızı sosyal değişimleri artırmıştır. Aynı şekilde bilginin elde edilmesinin mahiyetinin değişmesi ve ulaşım imkânlarının çeşitlenmesi ile iç ve dış turizmin çok yoğun bir şekilde hızlanması kültürlerarası etkileşimi hızlandırmıştır.  
3-Nüfusun hızla artması ihtiyaçlarının çoğalmasına ve bu ihtiyaçların karşılanabilmesi için toplumların yeni kurumlar ve organizasyonların oluşturmasına yol açmıştır. Bu durumsa sosyal değişimlerin gerçekleşmesine önemli derecede etki etmiştir.  
4-İlmi ve teknik gelişmeler ve yeni icatlar, insan düşüncesinde ve yaşayışında değişimlere sebep olmuştur… 
 

Türkiye’de günlük siyasi tartışmaları takip edenlerin ilk farkına varacağı husus, ülkede ciddi bir anayasa sorununun mevcudiyeti olacaktır. Anayasaya ilişkin sorunlu durum,  sadece bugün için değil en azından Türkiye’nin modernleşme süreci boyunca güncelliğini muhafaza eden bir konu olarak öne çıkmıştır. Toplumun dinamik yapısından ve son iki asırdır yaşanan köklü değişikliklerden kaynaklanan bu sorunun aynı zamanda anayasaların içeriği ve yapımındaki yöntemle de yakından ilgili olduğu söylenebilir. Esas itibariyle devletin kurucu belgesi olan anayasalar, siyasal iktidarın işleyiş kurallarını gösteren bir metin olmanın yanında bireylerin özgürlüğünü güvenceye alan ve iktidarı sınırlandıran bir belge olarak işlev görmüştür. Zaman içinde felsefi ve siyasal anlamı, temel işlevleri ile anayasa yapımı yöntemlerinde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bugün gelinen noktada “anayasa, devlet organlarının kuruluşu ve işleyişini, birbirleriyle olan ilişkilerini, bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen, diğer kurallar karşısında az-çok üstünlüğü bulunan kurallar topluluğu olarak anlaşılmaktadır.” Bu anlamdaki anayasaların demokratik toplumsal hayatın devamı, sorunların çözümü ve sağlıklı bir düzenin işlemesi için hem hukuki, hem de siyasal işlevleri bulunmaktadır. Egemen halkın iradesini yansıtan işlem olması, yönetimin meşruiyet kaynağını oluşturması, milli birliğin ve ortak kimliğin temel unsurunu temsil etmesi, bir dünya görüşü ve felsefenin somutlaşmış ifadesi olması ile siyasal istikrarı sağlama aracı olması gibi geniş siyasal işlevleri bulunan anayasaların özellikle milli bütünlüğü sağlayamaması durumunda siyasal istikrarı da temin edememektedir. Aslında birbiriyle yakından alakalı olan bu işlevleri yerine getirebilmesi için anayasanın hem içeriğinin hem de yapımı yönteminin son derece önemli olduğu ve uygulamadaki başarısı üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bir toplumsal sözleşme metni olarak kabul edilen anayasalar, din, dil, kültür, etnisite, sosyal ve ekonomik açıdan birbirinden farklı toplumsal kesimleri demokrasi, hukuk devleti ve temel insan hakları gibi genel kurallar bütünü çerçevesinde bir araya getirerek milli birliğin ve bütünlüğün sağlanması ve siyasal istikrarı temini için farklı kesimlerin üzerinde uzlaşabildikleri bir metin olma özelliğine sahiptir.  Anayurt’un belirttiği gibi “bir ülkede topluluğun birlik ve bütünlüğü sağlanamamışsa anayasa üzerinde de mutabakatın kurulamadığı, bir başka deyişle sosyal sözleşme niteliği taşımadığı söylenebilir. Bu açıdan bir anayasanın yapılışı olsun, değiştirilişi olsun sıradan kanunlardan çok daha önem taşımakta ve anayasanın gerek yapılışı gerek değiştirilişinde kanunlardan bir hayli farklı usul ve yöntem kuralları getirilmektedir…

Milli kimlik, ulus-devlet, Kemalizm, modernleşmek Türk tarih yazınında son derece ilgi çeken kavramlar. Gün geçmiyor ki bu kavramlar eşliğinde Atatürk, devrimler, milliyetçilik ve Cumhuriyet dönemi irdelenmesin. Ancak bu yaygın ilgiye rağmen görseller, imgeler üzerinden yeterli değerlendirilmelerin yapılmadığı kanaatindeyim, üstelik onlara ulaşmanın kolaylığına rağmen. Haliyle bu konuda en zengin mutfak dönemin basınıdır ve bilhassa bayram vesileleriyle paylaşılan görseller yeni zihniyetin daha en başından buralarda önemli mevzi kazandığının göstergesidir.
İmgeler; bir fotoğraf, film, resim özetle heryerde bulunabilir ve onlara bakıldığında görünen şey insan bilincinin ürünü olduğudur. İnsan bilinci de kültür ve tarihin doğrudan parçasıdır. Richard Leppert’in söylediği gibi “imgeler maden cevheri gibi kazılıp çıkarılan şeyler değil, belli bir sosyokültürel ortam içerisinde belli bir işlev görmesi için inşa edilen şeylerdir.” (Leppert, 2009:16). Bu bağlamda denilebilir ki bir inşa sürecinde ihtiyaç duyulanlardandır. Propagandanın güçlendiği modern zamanlarda tutkulu politikacılar ya da ideolojiler/ideologlar için hayat kurtarabilecek güçtedir.
 

Kitap tanıtımı oldukça zor bir iştir. Zira her ne kadar kitap tanıtımını yapan kişi kitabı okuduğunu ve kitabı her açıdan tanıtmaya yetkin olduğunu düşünse de yazar kadar her detaya hâkim olamayacağı gibi siyasi, sosyolojik, felsefi, edebi, tarihi ve daha sayabileceğimiz birçok açıdan tek kişi tarafından eserin tam olarak tanıtılması her halükarda eksik kalacaktır. Bu nedenle eserin tanıtımına başlamadan önce tarihçi formasyonu edinmiş ve bu alanda çalışıyor olmamdan hareketle eserin tanıtımının tarihçi bakış açısıyla yapılacağını belirtmek yerinde olacaktır. Eserin tanıtımındaki diğer bir önemli husus da yazarın daha önceki çalışmalarını takip ederek ilgili alan hakkında çalışma yürütüyor olmamın; eseri doğru cümleler ile tanıtmak için önemli bir kolaylık sağlayacağını düşünmekteyim. Ayrıca kitabın küçük çaplı bir özet anlatısının kitap tanıtımı olarak kabul edilemeyeceği aşikârdır; bu nedenle kısa alıntılar yaparak üzerine yorum yapmak yerine eserin alt başlıkları ve kullanılan kaynaklar üzerinden gidilerek genel bir tanıtımın daha açıklayıcı olacağı kanaatindeyim.
Akademisyen Prof. Dr. Yavuz Aslan tarafından kaleme alınan “Şark Şurası ve Şark İli Mecmuası” ilk etapta tarihsel bir olayın kronolojik şekilde anlatısı olarak düşünülebilir ki günümüzdeki birçok tarihçi tarafından kaleme alınan eserlerin yöntemi de bu şekildedir. Ancak yazarın daha önceki çalışmaları Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Birinci Doğu Halkları Kurultayı(1-7 Eylül 1920 Bakü), gibi çalışmaları dikkate alındığında “Şark Şurası ve Şark İli Mecmuası” adlı eserin tarihsel bağlam içinde sadece klasik sıralı olaylar anlatısı değil, aynı zamanda geniş bir ufku tanımlayan, doğru bir zemin üzerine inşa edilmiş, günümüz literatürüne daha yatkın kavramların kullanıldığı ele aldığı dönemin ruhunu yansıtan bir çalışma olduğunu düşünmekteyiz. Bu düşüncemizin gerekçelerini sırası ile irdelemeye ve eseri tanıtmaya çalışacağız…
        -
 

Türkiye’nin modernleşme tarihi ağırlıklı olarak batılılaşma ekseninde yürümüş bir süreci ifade eder. Her ne kadar zaman zaman süreci bu eksenden kurtarmaya dönük ‘millici’ çabalar söz konusu olmuşsa da batıcı anlayış ve buna bağlı bir modelleme, baskın karakter olarak yerini korumuştur. Kendisini ortaya çıkaran dinamikleri dolayısıyla oldukça sancılı bir değişim sürecini ifade eden modernleşme,  etkileşim içine girdiği bütün toplumlarda büyük sarsıntılara yol açmıştır. XIX. yüzyılda mevcut durumuyla Batı etkisine açık bir konumda olan Osmanlı devleti, kendisini var eden klasik anlayış ve buna bağlı yapısını iyiden iyiye gözden geçirme ihtiyacını hissederek kapsamlı bir reform dönemine girmiştir. Bu yüzyılda genel olarak “düzen için terakki” formülüyle yürütülen bu süreç, XX. yüzyılda imparatorluğun kaybedilmesiyle birlikte “terakki için düzen” şeklinde bir değişime uğramıştır. Her iki formülasyonda da XIX. yüzyılın etkili felsefesi olan pozitivist düşünce etkili olmuştur. Yine bu felsefe dolayısıyla Türk modernleşmesi ve onun tepe noktası olan Cumhuriyet Devrimi’nde, kurucu düşünce ve zihniyet açısından batıcı bir anlayıştan hareket edilmiştir. Tarihsel açıdan modernleşme sürecinin başından itibaren bu anlayışa karşı gösterilen duyarlılık ve tepki, projenin radikalleştiği devrim sürecinde ve sonrasında da devam etmiştir. Türk modernleşmesinin en temel izleklerinden biri olan batıcı düşünce ile büyük ölçüde bunun diyalektik etkisi sonucu ortaya çıkan ve önceleri reaksiyoner bir anlayıştan hareket etmekle beraber daha sonra bu süreci rehabilite etmeye yönelik kendine özgü nitelikleri olan ve giderek ‘millilik’ vasfı kazanan “yerli” düşünce  arasındaki gerilim, zihniyet tarihi açısından Türkiye’nin yakın tarihinin ana aksını oluşturmuştur …
        -
 

Tarihin savaşlardan ibaret olmadığı klişesinin üzerine bir söz varsa o da savaş tarihinin bile savaştan ibaret olmadığıdır. Hatıratlar, arşivlerden elde edilen bilgiler ile bunlara dayanarak hazırlanan istatistikler ve araştırma eserler, Birinci Dünya Savaşı’nın bir silahlı mücadeleden fazlası olduğunu göstermiştir.  Dört yıl gibi uzun bir süreye yayılan Birinci Dünya Savaşı, halkı bizzat etkisi altına almış; üst düzey devlet yöneticileri ve askerlerin tekelinden çıkarak halka mal olmuştur. Bu anlamda salgın hastalıklar ve onlarla mücadele tüm vatandaşları kapsayacak savaş konularından biridir.
Savaşın daha ilk aylarında tifüs (lekeli humma, lekeli tifo), hummayı racia, dizanteri cephede ağırlıklı olarak görülen hastalıklardı. Özellikle tifüs ve hummayı racia en çok Doğu Cephesinde görülmüştü. Savaş sürecinde cephe ve menzil mıntıkasında görülen tüm hastalıklar ise şöyleydi: Tifüs, hummayı racia, tifo, dizanteri, kolera, çiçek, sıtma, yılancık, tetanos ve donuk kızıl, kızamık, kuş palazı, veba, göz hastalıkları, nezleyi müstevliye (grip), cilt hastalıkları, Asya kolerası, frengi. 
Bahsi geçen hastalıklar ile ilgili olarak dönemin zorlu şartlarından dolayı bütün sayıları kayıt altına almak mümkün olmamıştır. Ancak cephedeki can kayıplarının %83,3’ünün hastalık kaynaklı olması salgın hastalıkların savaş sürecine ve sonucuna ne kadar etki ettiği açısından dikkate alınması gereken bir göstergedir…
        -
 

Iğdır ili, kuzeyinde Ermenistan, kuzeydoğusunda Azerbaycan’a bağlı Nahçıvan, Doğusunda İran olmak üzere üç ülkeyle sınırı bulunan Türkiye’nin stratejik öneme sahip bir coğrafyadır. Ülke sınırları içinde ilin güneydoğusunda Ağrı, kuzeybatısında Kars, batısında Erzurum illeri bulunmaktadır. Tarihte birçok devletin hakimiyeti altında idare edilen Iğdır, Osmanlı döneminde Osmanlı ile İran arasında sıkça el değiştirmiş, son olarak 1734 yılında İran’ın eline geçtikten sonra Revan’a bağlanmıştı. İran Şahı Nadir Şah, Turgutlu boyundan bir beyi Revan’a han olarak atamıştı. Nadir Şah’ın ölümünden sonra Revan Hanlığı, bağımsızlığını ilan etmiş ve bu hanlık, 1828 yılına kadar bölgenin hâkimi olmuştu. 
Bölgede yayılma emeli bulunan Ruslar, 1803 yılında Erivan ile Aras Nehri boyuna saldırınca İran’daki Türk Kaçar hanedanı ile Ruslar arasında savaşlar çıkmış ve savaşlar, 1813 yılına kadar devam etmişti. 1813 yılında İran ile Rusya arasında yapılan Gülistan Antlaşması ile Erivan ve Nahçıvan dışındaki hanlıklar Rusya’ya bırakılmıştı. Bu tarihten sonra Güney Azerbaycan’a hâkim olan Ruslar, bölgede kalıcı olmak amacıyla 1828 yılına kadar Erivan üzerine saldırı düzenlediler. Revan Hanlığı’nın ve bölge Türklerinin direnişinden dolayı uzun süre bölgeyi alamayan Ruslar, sonunda güçlü bir orduyla Erivan üzerine yürüyerek burayı işgal edebildiler. Savaşları takiben İran ile Rusya arasında Şubat 1828 tarihinde yapılan Türkmençay Antlaşması ile Erivan, Ruslara terk edildi. Bu şekilde Revan Hanlığını yıkan Ruslar, Iğdır bölgesini de Erivan Vilayetine bağladılar. …
        -
 

1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması’na göre Kars, Ardahan ve Batum (Elviye-i Selâse) Rusya’ya bırakıldı. Bunun üzerine bölgede 40 yıl sürecek Rus işgali başlamış oldu. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki amaçlarından biri de bu bölgenin Rus işgalinden kurtarılması oldu. Nitekim bu amaçla 22 Aralık 1914’te Sarıkamış Harekâtı başlatıldı. Ancak harekât beklenildiği gibi ilerlemedi. Gerek Rus direnişi, gerekse kış şartları nedeniyle Osmanlı ordusu ağır kayıplar verildi. Neticede bölge işgalden kurtarılamadığı gibi, verilen kayıplar gelecekteki Rus taarruzunun önündeki engeli de ortadan kaldırmış oldu. Rus Ordusu, Ocak 1915’te karşı saldırıyı başlattı ve 27 Mart 1915’te Artvin, 16 Şubat 1916’da Erzurum ve Muş, 19 Nisan 1916’da Trabzon, 15 Temmuz 1916’da Bayburt, 25 Temmuz 1916’da ise Erzincan’ı işgal etti. Böylece 1916 yılı ortasına gelindiğinde Ruslar, Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun büyük bölümünü işgal etti. Ancak meydana gelen ihtilal nedeniyle Rusya, 17 Aralık 1917’de Osmanlı Devleti ile Erzincan Mütarekesi’ni imzaladı. Ardından 3 Mart 1918’de Brest-Litowsk Antlaşması’nı imzalayarak savaştan çekildi. Antlaşma hem doğu vilayetlerini hem de Elviye-i Selâse’yi işgalden kurtaracak hükümler içeriyordu. Nitekim 12 Şubat’ta başlatılan harekât sonucunda 12 Mart’ta Erzurum, 5 Nisan’da Sarıkamış, 14 Nisan’da ve 25 Nisan’da ise Kars, Osmanlı Ordusu tarafından alındı. 15 Eylül 1915’e gelindiğinde ise Osmanlı birlikleri Bakü’ye kadar ilerlemişlerdi. Ancak 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’ne göre Osmanlı Ordusu, 1914 sınırlarına geri çekilecekti. Bu durum Osmanlı Ordusu’nun bölgede elde ettiği tüm kazanımların elden çıkması demek olduğu gibi Kars’ın da boşaltılması anlamına geliyordu. Her ne kadar 9. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa bu çekilmeyi geciktirerek bölgede milli teşkilatların kurulmasına fırsat tanısa da sonunda ordu 13 Ocak 1919’da Kars’ı boşaltarak Erzurum’a çekildi. Bunun üzerinde bölgede bulunan ahali ise yerel teşkilatlar kurarak Ermeni çetelerinin faaliyetlerine karşı bir güç unsuru meydana getirdiler. 17/18 Ocak 1919’da ise Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmeti Muvakkata-i Milliyesi’ni kuruldu. Ancak bu hükümet 13 Nisan 1919’da İngilizler tarafından dağıtıldı. İşgalin ardından İngilizler, idareyi Ermenilere teslim ettiler.  28 Mayıs 1919’da ise Ermenistan, Kars’ı ve Ardahan’ı ilhak ettiğine ilişkin bir karar aldı…

Kars vilayeti, Doğu Anadolu Bölgesi’nin kuzeydoğusunda yer almaktadır. Doğusunda Ermenistan, Iğdır, güneyinde Ağrı, batısında Erzurum;  kuzeyinde ise Ardahan ile sınırlıdır. Yüzölçümü 9442 km olan il, ülke alanının %1,2’sini kaplamaktadır. Deniz seviyesinden yüksekliği 1768 metredir. Büyük bir plato özelliği gösteren il topraklarının %19’u ovalarla, %30’ luk kısmı ise dağlık ve tepelik alanlarla kaplıdır.
Kars adı; M.Ö. 130-127 yılları arasında, Kafkas Dağlarının kuzeyinden Dağıstan’a gelerek bu yörede yerleşen Bulgar Türklerinin Valantur boyunun Karsak Oymağından gelmektedir. Kaşgarlı Mahmut, Kars kelimesi için “Deve veya koyun yününden yapılan elbise ve karsak derisinden güzel bir kürk yapılan bozkır tilkisi” demektedir.
Birçok medeniyetin egemenliği altında yaşayan Kars, 1164’te Selçukluların egemenliğine girer. 1174’te Gürcüler, 1239-1355 arasında Moğollar, 1356’da İlhanlılar, 1380’de Karakoyunlular, 1394’de Timurlular, 1406-1468 yılları arası yeniden Karakoyunlular ve daha sonra da Akkoyunluların yönetimi altına girer. Akkoyunlular Devleti yıkılınca bölgede hâkim güç Safeviler olur…
 

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda Kars, Ardahan, Batum elden çıktı. Ruslar bölgede kendi yönetim sistemini kurmaya başladı. Bu kapsamda bölge Tiflis merkezli Kafkasya Genel Valiliğine bağlandı. Genel valilik üst mülki yapı olarak Guberniya ve oblastlar’dan oluşturuluyordu. Guberniyalar Tiflis, Kutay, Yelizabetpol, Bakü, Erivan, Çernomarks ve Stavropol’dan ibaret iken Batum ayrı bir oblast olarak doğrudan Tiflis’e bağlandı. Kars Oblastı Kars, Kağızman, Ardahan ve Oltu okruglarından oluşturuldu. Bu okruglar da kendi içinde alt birimlere ayrıldı. Kars oblastı askeri vali, kazalar albay rütbesine sahip kaymakamlar, bucaklar da halkın seçtiği müdürler tarafından yönetildi. 
Ruslar, Kars ve Batum oblastında toprak mülkiyetini kaldırıp devletin malı olarak kabul etti. Bu sebeple buralardan göçen Müslüman Türkler kendilerine ait tapulu topraklarını satamadılar. Ayrıca bu toprakların işletme hakkını da devredemediler…
        -
 

1- Türkiye’nin Ermenistan politikası

1920’de TBMM’nin açılmasıyla siyasal harekete dönüşen Milli Mücadele’nin nihai hedefi milli sınırlar dahilinde yeni bir devlet kurmaktı. Fakat ülkenin içinde bulunduğu şartlar mütarekeden kaynaklı sorunlardan ötürü oldukça sıkıntılıydı. Milli Mücadele’nin başarısı dış siyasi ve askeri yardım temin etmeye ve işgalcilere karşı askeri mücadele vermeye bağlıydı. Türk hükümeti bunun için önceliği Rusya ile irtibata ve Ermenistan’ın Kars, Ardahan ve Iğdır’a yönelik işgaline son vermeye tanıdı. Ermenistan sorunu çözüldüğünde doğu sınırları emniyet altına alınırken Rusya ile irtibat ve ittifak kurmak kolaylaşacaktı.

Türk-Rus ittifakının önündeki ikinci engel İngiltere tarafından bölgede hayata geçirilmeye çalışılan “Kafkas Seddi” projesiydi. Projeyi etkisizleştirmek için bir yandan seferberlik dahil askeri hazırlıklar gündeme gelirken diğer yandan Kafkas hükümetleriyle ilişkilerin geliştirilmesine gayret edildi. Dolayısıyla gerek Rusya ile ittifak meselesinde, gerekse Kafkas Seddi projesinde Ermenistan önemli bir sorun teşkil ediyordu. Türk hükümeti bu sebeple Taşnak yönetimine son vermeyi dış politikasının birinci meselesi olarak görüyordu…   


 

ARŞİV