Bin yıllık resimler, yüz yıllık değişim…” 2018 yılının Ekim ayında Pekin’de bulunan Ulusal Sanat Müzesi’nde düzenlenen ilginç bir resim sergisinin başlığıydı bu. Çin Halk Cumhuriyeti Devleti Ulusal Sanat Fonu tarafından tahsis edilen bir bütçeyle Jiangsu Bilim ve Teknoloji Enstitüsü ve Merkezî Güzel Sanatlar Enstitüsü öğrencileri, bundan bir asır kadar önce yabancı seyyahlar, araştırmacılar ve politikacılar tarafından Qing topraklarından yağmalanan kültürel mirasın yeniden yaratılması temalı bir projede görevlendirilmişlerdi. İşte bu sergi, bu eserleri temsilen seçilen ve öğrenciler tarafından uzun bir çalışmanın ardından üretilen kopyalarından müteşekkil idi. Büyük çoğunluğu Dunhuang, Turfan, Hotan ve Kuça gibi İpek Yollarının tarihi merkezlerindeki Bin Buda Mağaraları’ndan dünyanın dört bir tarafına ‘kaçırılan’ bu eserler, Çin’in imparatorluk tarihinin, bizim de kendi geçmişimizden aşina olduğumuz, hazin bir hikayesidir. Bugün Avrupa başkentlerinin en büyük müzelerinde örnekleri teşhir edilen bu asarıatikayı, yerel halkı ve yöneticileri bazen parayla bazen sözle kandırarak kaçıran Albert Grünwedel, Sven Hedin, Aurel Stein, Paul Pelliot gibi bilim insanları bugün Çin’de hala “yabancı şeytanlar (yangguizi)” diye anılmaktadır. Pekin’deki bu serginin sanat direktörü olan Wang Yansong, bu çalışmanın amacını özetlediği basın bildirisinde şu cümleleri sarf etmişti: Bu eserleri bizim topraklarımızdan alıp götürmüş olabilirler. Ama bunları yaratan cevher bizde bakidir. İşte bu cevherle biz atalarımızın mirasını yeniden yaratıp ait oldukları yere, anayurda geri getirdik! Çocuklarımız görsün, medeniyetimizle iftihar etsin diye...
Yaz Mektubu
Elinizdeki 143. Türkiye Günlüğü, birçok açıdan bu güne kadar çıkardığımız en şayân-ı dikkat ve en farklı sayılardan biri oldu. Bu farklılıkları, herhangi bir ehemmiyet sırasına koymaksızın dilime geldiği gibi anlatmaya çalışayım.
MAKALELER
Uygurlar, dil ve kültür açısından Orta Asya’daki Özbek, Kazak, Kırgız ve Türkmenlere yakın olan, ancak onların aksine kendi bağımsız devleti olmayan, günümüzdeki en büyük Türk halklarından biridir. Günümüzde, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak adlandırdığı vatanlarında bir kimlik ve varoluş kavgası veren Uygurların tarihsel kökeni de yakın zamana kadar bilimden siyasete uzanan bir yelpazede tartışmalara konu olmuştur. Mançu Qing Ordusu’nun Tarım ve Çungar Havzalarını 1759 yılında Qing Devleti adına ilhak etmesinin ardından, Uygurların kadim yurdu Doğu Türkistan, (1884 yılında) resmi olarak “Yeni Hudut Bölgesi” (Xinjiang- Sincan) ilan edilip, Qing idare sistemine bir eyalet olarak eklenmiştir. Bundan sonraki süreçte, Uygur toprakları bilhassa on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarında defalarca isyanlara ve kısa süreli bağımsız devletlerin ortaya çıkmasına sahne olmuştur. Çin Halk Cumhuriyeti›nin kurulmasının ardından (1949) bölgede uygulanan idari reformlarla birlikte 1955 yılında Sincan Uygur Özerk Bölgesi kurulmuştur. Uygurların “Altı Şeher,” komşu devletlerin ise “Kaşgariye” olarak adlandırdıkları Uygur toprakları, fethedildiği andan itibaren Qing Devleti’nin ve Xinhai Devrimi’nden sonra (1911-12) da Çin Cumhuriyeti’nin “isyankâr mülkü” olarak nitelendirilmiştir. Komünist yetkililer günümüzde Uygurları Çin’in toprak bütünlüğüne dönük ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Sovyetlerin çöküşüne yol açan senaryoların Çin’de de yaşanabileceğinden endişe duyan Xi Jinping yönetimi, Uygurlar ve diğer etnik azınlıkların kontrol altında tutulması konusunda sert bir tutum sergilemektedir.
Moğol İmparatorluğu tarihinin popüler anlatıları, Moğolların bütün Avrasya’ya yayılan büyük imparatorluklarını salt kendi fetihleri yoluyla inşa ettikleri ve yine kendi başlarına yönettikleri ön kabulüne dayanır. Tarihçiler, uzun zaman önce, bu varsayımı, Moğolların, hakimiyet altına aldıkları Çin, İran ve bazı Rus beylikleri ve Orta Asya krallıkları gibi devletlerin nüfuslarına kıyasla sayı olarak dezavantajda olduklarına işaret ederek büyük ölçüde yıkmışlardır. Moğolların savaşçı olarak başarısı elbette tartışılmaz. Ancak, Moğol İmparatorluğu’nun kuruluşunda ve yönetiminde, hâkim Moğol elitlerinin himayesinde çalışan pek çok farklı bölgeden ve gruptan insanın rolü ve katkısı göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir. Genel okuyucu, Cengiz Han’ın büyük imparatorluk inşası projesinde farklı bölgelerden devşirdiği Moğol olmayan grupların etkinlikleri hakkında belki çok az şey bilir. Bu makalede, Moğol yönetiminde bu türden bir vazife ifa etmiş halklardan bir tanesi olan Koço Uygurlarına ve Yüan devletindeki faaliyetlerine değineceğim.
Uygurlar, altıncı yüzyılın ortalarında kurulan büyük Türk bozkır imparatorluğunun 734’de yıkılmasıyla birlikte hükümdarlık merkezlerini Orhon Vadisi’nde Karabalgasun şehrinde konumlandırarak Merkezi Avrasya bozkırlarını hakimiyet altına alan Uygur Kağanlığı’nı kurdular (Grousset 1970, Golden 1992). 844 yılında bu bölgeden Kırgızlar tarafından sürülmelerinin üzerine Uygur Kağanlığı’nın elitleri, kendilerine tabi halklarla birlikte güneye; Tanrı Dağlarının doğusundan merkezi Çin ile bozkır kuşağını ayıran sınır bölgelerine doğru üç ayrı alana göç etmişlerdir (Mackerras 1973, Drompp 2005). Bu makalede hassaten Uygurların Tanrı Dağlarının doğusu, Cungar ve büyük Tarım Havzası’nın kuzey ve doğu kısımlarını kapsayan bölgeye yerleşmiş olan kolunu konu edinmekteyim…
Moğolistan Platosu, ilk bakışta devlet kurmaya uygun bir yer gibi görünmese de bölgede imparatorluk geleneği MÖ 4. yüzyıla kadar gitmektedir. Bu geleneğin şüphesiz en önemli aktörleri, önce 552’den 630’a, sonra tekrar 682’den 742’ye kadar bozkıra hâkim olmuş Türkler (Çince Tujue) ve Türklerden sonraki dönemde 744’den 840’a kadar Orhon Vadisi’ni yönetim merkezi edinmiş Uygurlar (Çince Huihe, Huihu) gibi Türk dilli halklar olagelmiştir. Türklerin belki de en önemli icraatlarından biri kendi dillerini yazabildikleri ve bu sayede kendi duygu ve düşüncelerini somut olarak kayda geçirebildikleri bir yazı sistemi geliştirmeleridir. Kağanlığın ikinci döneminde yaratılan ve runik veya runiform diye adlandırılan bu yazı sistemini, Türk hükümdarları ve diğer elitler, eylemlerini belgelemek ve meşruiyetlerini dünyaya duyurmak için kullanmıştır.
Türklerin kendi yazı sistemlerini kullanmaları her ne kadar İç Asya kültür tarihinde önemli bir milat olsa da kadim Türk dilinde (kadim Uygurca da dahil olmak üzere) yazılmış kaynakların sayısı, bölge üzerine başka dillerde yazılmış metinlerle karşılaştırıldığında pek azdır. Bu türden yabancı kaynaklar, bölgeyi sadece dışardan değil zaman zaman da düşmanca bir gözle tasvir ettiğinden, bunlardan istifade eden araştırmacılar pastoral göçebe toplumlarla ilgili kasten yaratılan bir imajla karşı karşıya olduklarını bilirler. Bu kaynaklar, bozkır kültürleri hakkında sadece olumsuz bir imaj çizmekle kalmaz, aynı zamanda kısıtlı ve seçilmiş türden bilgiler sunar. Bazı önemli olaylar özet halinde geçerken, bazıları bahis konusu dahi olmaz. Yerleşik hayat süren komşuları için, İç Asya imparatorluklarının tarihi ancak kendileri üzerinde kayda alınacak kadar büyük bir etki yarattığı sürece önemliydi. Bütün bu ihtilaflı noktalarına rağmen, İç Asyalılar üzerine çağdaşları olan yabancı toplumlar tarafından tutulmuş kayıtlar olmasaydı, bölge tarihine dair bilgimiz de pek zayıf kalırdı.
Niya kentinden 75 kilometre uzaklıktaki yüksek bir kum tepesinin üzerinde bulunan ve Uygurlar tarafından çok sevilen tarihi bir anıt 10-17 Mart 2018 tarihlerinde yok oldu (Kou 2019). Bu yapı en az 450 yıl boyunca Doğu Türkistan ya da Sincan olarak bilinen bölgenin güneyinde yer alan Altışehir’in geniş topraklarından birçok hacıyı kendisine çekmiştir. (Dūghlāt 1996 [1543] 190) Hacılar buraya, bin sene önce ölen kurucu babaları İmam Cafer-i Sâdık’ın huzuruna çıkmak için geliyorlardı. İmam Cafer-i Sâdık onlar için İslâm’ı topraklarına getiren cengâver idi. Uygurlar, bu türbede ağlar, dua eder ve türbeyle fiziksel temas kurmayla teberrük edildiğine inanırdı.
Beyaza boyalı türbe sıradan bir mezar formundaydı ancak son derece büyüktü; öyle ki altı metrelik uzunluğu ile on beş metre karelik bir alanı kapsamaktaydı. Bazı hacılar yakındaki kumluk alana dikilmiş kutu şeklinde, ahşap ibadethaneye bir takım duvar yazıları yazarak tam da toplumlarının ve tarihlerinin inkişaf ettiği yerde, hazretin huzurunda olduklarını kayıt altına almışlardır. Rüzgârda hışırtıyla dalgalanan bayraklar ve kumaş parçaları, türbeye iliştirilen binlerce adak seneler boyunca Uygurların bu hem tarihi köken hem de kutsiyetle bağlantı sembolü olan mekâna hürmet etmek için akın akın gelişine tanıklık etmiştir. Sonbahar başlangıcında hacılar buraya kitleler halinde gelerek kazanlarda hep beraber yemekler pişirirler, gece olduğunda ise mekânın çevresinde uyurlardı ancak 2018 yılının mart ayında bu yapı ardında sadece boş bir kum tepesi bırakarak yok oldu.
Son yıllarda, Şi Cinping ve Sincan Parti Şefi Chen Quanguo’nun kitlesel denetim, uydurulmuş suçlamalara dayalı kitlesel gözaltı (hapishanelerde ve Çin’in “meslek okulu” diye adlandırdığı kamplarda), zorunlu işçilik ve insanların giyim, kuşam ve ibadetlerine yönelik kısıtlamaların artırılmasına ilişkin siyasetleri yüzünden, Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Türk halklarının hayat şartları gittikçe kötüleşti. Ancak, Uygurlara ve bölgedeki diğer Türk halklarına yönelik baskı, Şi Cinping yahut Chen Quanguo ile başlamamıştı. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1949 yılından itibaren, parti-devlet bölgeye karşı, kimi zaman farklı etnik nüfusların çeşitliliğini kucaklayarak kimi zaman çeşitliliği baskılayıp asimilasyon siyaseti uygulayarak, döneme göre değişen siyaset gütmüştür. 1950’lerden bugüne dek, Çin otoriteleri gerek ulusal gerek yerel düzeyde, bölgenin yerli halkının ve bilhassa Çinli olmayan kadrolarının devlete tamamıyla sadık olmadığı korkusundan başka bir anlam taşımayan sözde “Sincan Sorunu”nu tartışıp durdu. Kültür Devrimi yılları, Uygurlara ve diğer Türk halklarına eski geleneklerini terk etme ve yeni, devrimci, Çinli kültürü benimseme çağrılarının sıklıkla yapıldığı mezkûr siyasi kampanyalardan birisi olarak tarihteki yerini aldı. Gelin, bu bağlamda, Uygur Bölgesi’nde Kültür Devrimi’nin tarihine kısa bir yolculuk edelim.
Sincan’da kalkınma, kentleşme ve toplumsal kontrol arasındaki ilişki üzerine yıllar süren araştırmalarımdan sonra bile kendimi, o ilk çıkış noktama geri dönmüş buluyorum: Bunu nereye koymak lazım? Yönetim teknikleri taksonomisinde, mesela, hangi tür, cins veya familyaya yerleştirmeli? Yerel halkın, aktivistlerin ve mağdurların, hayatlarını riske atma pahasına dışarıya sızdırdıkları gündelik baskı ve zülüm hikayeleri, bana artık bir yandan belli belirsiz bir aşinalık, bir yandan şaşırtıcı bir yenilik hissi vermeye başladığından, bu soru benim için daha önemli bir hale geldi. İnsanlığa karşı işlenen suçlar tarihinin beklenmedik tekerrürü, bilim kurgunun distopik gelecekler tahayyülleri ve yaşadığımız cağın çileli öyküleri o kadar üzücü ki bazen akademik bir düzlemde bu konuları tartışmak manasız geliyor.
Akademik tahlilin cazibesi, tarihin sadece tekerrür ettiğine değil, tekerrür ettirilebileceğine de inananlar için bir başlangıç noktası olarak, yön ve yol buldurma potansiyelinde yatar. Yakın zamanda, Karşılaştırmalı Kentleşme dersi açma fırsatı doğduğunda, ben de o bilindik hoca taktiğini uygulayıp kendi okumak istediğim metinlerden oluşan bir ders programı hazırladım öğrencilerim için. Küresel Kuzey/Batı ve Güney/Doğu’da devletlerin (kazara veya planlı olarak) kentsel kalkınma süreçlerini kullanarak, “öteki”yi marjinalize ettiği, ayrımcılığa maruz bıraktığı, sıkı denetim altında tuttuğu ve hatta yok ettiği eski ve yeni örnekleri inceledik.
“Bir ölüm kalım mücadelesi” 5 Temmuz olayları: Sincan’da Han ve Uygurlar arasındaki güven bunalımı
2017 yılından sonra Çin, Sincan (Xinjiang) Uygur Özerk Bölgesi’nde resmi olarak “Yeniden Eğitim Merkezi” (jiaoyu peixun zhongxin) olarak adlandırılan kitlesel gözaltı kamplarını faaliyete geçirmiştir. Resmi kaynaklara dayanan akademik tahminler, Uygur nüfusunun %10’una tekabül eden yaklaşık bir milyon insanın bu kamplarda alıkonulduğunu ileri sürmektedir (Zenz 2018, 1, 21). Gözaltı kampları, Komünist Parti Sincan Sekreteri Chen Quanguo’nun 2015’ten beri “aşırıcılıkla mücadele” (qujiduanhua) politikası çerçevesinde Uygur toplumu üzerinde artan devlet kontrolünün bir parçasını oluşturmaktadır (Roberts 2018, 246, 250). Devletin Uygur kimliklerini şiddetin sebebi olarak hedef aldığı ve bu makalede de incelenen söz konusu politikalar, etnisite merkezli güvensizlik döngülerinin kaçınılmaz bir sonucudur. 2008 Pekin Olimpiyatlarının sloganı (“tek dünya, tek rüya”) resmi medyada yayılırken Tibet’in Lhasa şehrinde ayaklanmalar ve etnik çatışmalar patlak vermişti. Akabinde ise, 2009 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin 60. kuruluş yıl dönümü, Sincan’ın Urumçi şehrinde Türk dili konuşan Müslüman Uygurlar ve Han çoğunluğu arasındaki etnik temelli çatışmaların gölgesi altında kalmıştır. 2009’dan bu yana, “etnik birlik” (minzu tuanjie) üzerine kurulu ortak bir ulusal kimlik, resmi olarak “sıfır toplamlı siyasi bir ölüm kalım mücadelesi” ve Çin’in yükselişinin ön koşulu olarak tanımlanmaktadır (MOI 2009, 15). Resmi siyasi düşüncede “Büyük Uyanış”ın (weida fuxing) kabusvari akisleri de Çin’in çöküşünün, azınlıkların ve Hanların bu ulusal kimliği paylaşmakta başarısız olması ile gerçekleşeceği kehanetinde bulunmaktadır. Bu yazı, Han ve Uygurlar arasındaki etnik ilişkilerin Temmuz 2009 çatışmaları esnasında, öncesinde ve sonrasında nasıl kitlesel şiddete evirildiğini ele almaktadır.
Türkiye ve Dünyada Uygur diasporası: Millî kimlik gelişimi ve diaspora bilincinin oluşumu
Günümüzde diaspora ifadesi, anavatanlarından bir ya da daha fazla misafir ülkeye göç edip, anavatan, dil, din ve kültür gibi unsurların temelini oluşturduğu kimliklerini korumayı başarmış topluluklar için yaygın olarak kullanılmaktadır. Uygur diasporası ifadesi de farklı dönemlerde anavatanları Doğu Türkistan’dan (Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin Halk Cumhuriyeti) ayrılıp, Orta Asya Cumhuriyetleri gibi coğrafi ve kültürel olarak yakın bölgelerden, Türkiye, Suudi Arabistan, Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Amerika ve Kanada gibi ülkelere göç eden ve milli bilincini koruyan Uygurlar için kullanılmaktadır. Diğer diaspora toplulukları gibi, Uygur diasporasının sayısının da net olarak hesaplanması oldukça güçtür. Ancak farklı kaynaklara göre Uygur diaspora nüfusunun 500,000-600,000 civarında olduğu (dünyadaki toplam Uygur nüfusunun %5-6’sına tekabül etmektedir) vurgulanmaktadır. (Petersen 2006; Gladney 2009; Shichor 2010)
Bu makale Uygur diaspora kimliğinin gelişimini ve Uygur diaspora faaliyetlerini 1960’lardan günümüze üç farklı dönemde tartışmayı amaçlamaktadır. İlk dönem, Uygurların Türkiye’ye göçünü takip eden 1960’lardan, 1990’ların başına kadar olan dönemdir. İkinci dönem, Türkiye’ye ilaveten farklı Avrupa ülkelerinde de yerleşmiş olan Uygurların 1990’lardan 2000’lere kadar olan süre zarfında etkinliklerini ve diaspora kimliğinin dönüşümünü kapsar. Üçüncü dönemde ise 2000’lerden bu yana daha ulus-ötesi bir nitelik kazanan Uygur diasporası faaliyetleri incelenecektir.
Sincan Muqam Topluluğu üyeleri, Şubat 2020’de Bahar Festivali diye bilinen, her kış Çin genelinde idrak edilen, Kameri Yeni Yıl kutlamaları için Sincan Televizyonu’nda bir konser yayınında yer aldı. Uygurlar, genelde Bahar şenliğini kutlamazlar; bunun yerine her Mart ayında ilkbahar ekinoksu olan Nevruz’da yeni yılın başlangıcını kutlarlar. Muqam Topluluğu gibi Uygur toplulukları, uzun zamandır bu bayramın devlet destekli kutlamalarında sanatlarını icra ediyorlardı. Fakat son yıllarda Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki yetkililerin, Bahar Bayramı’nı kutlamaları için Uygurları zorlamaya başladıklarını gösteren çok sayıda kanıt, belki de bunun artık mutat hale gelen bir faaliyet olacağına işaret ediyordu. Yani, topluluğun Bahar Şenliği konserinde yer alması aslında şaşırtıcı bile değildi. Şaşırtıcı olan, icranın içeriğiydi.
Topluluk bu yayında, Çebbayat muqam süitinden ezgilere dayanan yeni besteler icra etti. Bu, muqam ezgilerinin ezelden beri yeni besteler, derlemeler ve diğer müzik eserlerine evirilmekte olduğu göz önünde bulundurulduğunda, pek de ender rastlanan bir şey değildi. Bu müzik, genelde bu türdeki melodik çizgileri karakterize eden zarif motifli dönüşlerin bazılarından yoksun olmasına rağmen, muqamın temel ses hatlarını takip etmekteydi. İcrayla ilgili en sarsıcı şey, müzik kompozisyonunun tamamen yeni Baharla birlikte yeni bir yaşamın geleceğini anlatan Çince şarkı sözlerine uyarlanmış olmasıydı. Yakın bir Uygur arkadaşım bunu anlayarak “Tanrım, Çince muqam yapıyorlar” şeklinde şaşkınlığını gösteren bir mesajla dikkatimi bu icraya çekti.
2008-2010 yılları arasında, Sincan (Xinjiang) Üniversitesi Filoloji Enstitüsü’nden danışmanımız Dr. Rahile Davut’un rehberliğinde, Kaşgar, Hotan, Kuça, Turfan ve Kumul şehirlerinde halkbilimi saha araştırmaları yaptık. Bu çalışmanın ortaya çıkışında danışmanım Rahile Dawut’un etkisi büyük oldu. Rahile Dawut, Aralık 2017’de ortadan kaybolana kadar hayatını Uygurların sözlü ve müzikal geleneklerini ve kültürel pratikleri araştırmaya ve derlemeye adamış saygın bir folklorist ve kültürel antropolog idi. O; halk bilimleri, meşrep, muqam, Sufizm, yerel gelenek ve ritüeller gibi konularda literatüre önemli katkı sağlayan kültürel araştırmalarda bulunmuştur. Ben 2008-2011 yılları arasında, onun öğrencisi oldum ve Uygur kültürüyle alakalı araştırmalarında asistanı ve kameraman olarak çalıştım. Bu makalenin konusu olan saha araştırmamız sırasında, Uygur aksakallarıyla mülakatlar yaptık; çeşitli yerel festivalleri ve halk ritüellerini kayıt altına aldık. Saha çalışmamızda görüştüğümüz ihtiyarların hayatları, kültürleri ve içtimaı gelenekleriyle ilgili anlattıklarını dinlerken, Hoca Ahmed Yesevî isminin sık sık geçtiğini müşahede ettik. Sadece, geleneksel kültürünü nispeten iyi muhafaza etmiş Hoten ve Kaşgar gibi bölgelerin köylerinde değil, Kumul ve Turfan gibi yerlerde de durum aynıydı. Bunun incelenmeye değer bir durum olduğunu düşünüp yaptığımız sözlü tarih araştırmaları sonucunda bir hayli veri elde ettik. UNESCO’nun 2016’yı “Yesevî Yılı” ilan etmesi sebebiyle, sadece mezarının bulunduğu Kazakistan’da değil, Yesevî ile dil ve kültür bağı bulunan Kazakistan ve Türkiye gibi ülkelerde çeşitli etkinlik düzenlenmiş, ilmi araştırmaların neticelerinin sunulduğu toplantılar tertiplenmişti. Bütün faaliyetlerin içinde, bence eksik kalan bir nokta, Yesevî’nin Uygurların dini ve kültürel hayatındaki yeri ve önemi konusuydu. Saha çalışmamız sırasında, halk arasında oldukça yaygın olan münacat ve destan söyleme geleneğinin Ahmed Yesevî’nin birçok şiirinden beslenmiş olduğunu fark ettim. Böylelikle, Ahmed Yesevî şiirlerinin Uygur Kültürü üzerindeki etkisine yönelik daha detaylı bir araştırma yapmaya hazırlandık. Toplamış olduğumuz verileri, Divan-ı-Hikmet’in iki farklı nüshası ve Kurban Barat tarafından hazırlanmış olan “On iki Muqam Metinleri” ile karşılaştırdık. Bu makalede, Yesevî’nin Uygur halk kültüründeki yerine dair yaptığım araştırmanın ilk sonuçlarını paylaşıyorum… |
Uygur halk destanlarının UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras aday listesine alınması ve Hotenli meşhur destancı Şahmemet Aka’nın somut olmayan kültürel mirasın temsilcisi olarak kabul edilip devletin kendisine her yıl sekiz bin Çin yüeni tahsis ettiğini öğrenmem, beni tıpkı uzun süredir beklediğim bir müjdeyi almış gibi sevindirdi. Bu güzel haberi bir an önce Şahmemet Aka’ya iletmenin heyecanı içerisindeydim. Bu arada yine Hotenli bir halk destancısı olan Héytiz Baki Aka’dan telefon geldi: “Hanımefendi, size kötü bir haberim var, Şahmemet Aka vefat etti. Cenaze namazından döner dönmez size telefon ettim.” Tarih 8 Kasım 2009 idi. Buna çok üzüldüm. Şahmemet Aka’ya iletemediğim güzel haberin ömür boyu kendisine ulaştıramayacağım bir borç olarak kalması üzüntümü iyice arttırmıştı. Bu yılın beşinci ayında Hoten’deki “İmam Asım Mezarı”nda düzenlenen törende “Séyit Noçi” destanını söyleyişi canlandı gözümün önünde: “Şahmemet Aka, başka destanlarınızı da dinlemek isteriz.” demiştim ona. “Kızım bugün iki mecliste söyleyip yoruldum. Buradakiler Seyit Noçi’yi dinlemeyi seviyorlar, ben size daha sonra söyleyeyim, tekrar hatırlatırsanız.” Şimdi bana bu destanlarını bırakıp öteki dünyaya gitmişti. İnsan hangi işle meşgulse o işin kıymetini daha iyi anlıyor, araştırma alanım ile ilgili olan somut olmayan kültürel mirasımız üzerine çalıştıkça bir hazineye yaklaşıyormuş gibi hissediyordum; ancak kimilerinin bu heyecanı yaşamıyor oluşuna da üzülüyorum… |
Perhat Tursun ince yapılı, ufak tefek bir adamdı. Saçları alın bölgesinden biraz açılmış… Bu haliyle ona baktığınızda, çağdaş Uygur edebiyatının öncü yazarlarından olduğu aklınıza gelmezdi. Onu 2015 yılının Şubat ayında bir Uygur yayınevinin resepsiyonunda ilk kez gördüğümde, kalabalığın içinde ilerlerken etrafındaki Uygurların ona bakışından ne kadar önemli bir insan olduğunu anlamıştım. O toplantıda büyük sükse yapmıştı, Perhat. Onunla orada biraz sohbet etme fırsatı yakaladığımda, çok sıkıldığını söylemişti. Resmî törenleri ve tanımadığı insanlar için -mış gibi yapmaları sevmezdi. Tören biter bitmez herkesi selamlayıp, bir yandan da söylene söylene salondan ayrılmıştı. Oradan birlikte evine doğru yürürken yol üzerinde pek çok kişi durdurup tokalaşmıştı Perhatla. Perhat’ın evi Uygur süpermarket zinciri Arman’ın sahip olduğu yeni inşa edilmiş bir apartmanın 26. katındaydı. Perhat gibi pek çok ünlü isim de bu apartmanda yaşardı. Asansörü beklerken Uygur aktör Qeyyum Muhemmet ile selamlaştık; o da daha sonra 2017’de, kendisi gibi kamuya mal olmuş 400’ün üzerinde isim gibi bir (yeniden) eğitim kampına gönderildi. Perhat’ın evi ortalama bir Uygur evinden daha fazla sigara kokardı. Evinin duvarlarını ünlü Uygur ressam Dilmurad Abdukadir’in sarı, soyut resimleri süslüyordu, sanki Uygurların geleneksel şehir mimarisinin karmaşıklığını yansıtırcasına (Byler 2015). Bunların dışında, oturma odası halıyla kaplıydı. Bir de üzeri kuru yemişle örtülmüş bir küçük sehpa durdu hep orta yerde... |
Uygur edebiyatı köklü bir geçmişe ve zengin bir içeriğe sahiptir. Yüzyılların kültürel ve edebi birikimi içinde şekillenen ve varlığını sürdüren Uygur edebiyatı, tarihin her döneminde farklı içerik ve tarzda şiir kaleme alan şairlerini yetiştirmiştir. Şairin yetiştiği edebi çevre, kültürel zemin, coğrafya, dil ve diğer pek çok unsur onun şiirlerini doğrudan veya dolaylı olarak etkiler. Bu bağlamda, günümüz Uygur toplumunu anlamak için onu şairlerinden dinlemek gerektiğini düşünüp, Uygur edebiyatının modern üslupla şiir kaleme alan şairlerinden Tahir Hamut İzgil ile Türkiye Günlüğü okuyucuları için bir sohbet gerçekleştirdik. Tahir aka ile, şu anda yaşadığı Amerika’nın Virginia eyaletindeki evinden, orada gün aydın, burada karanlık iken, pandemiden dolayı yaşadığımız bu yeni normalin ayrılmaz bir parçası olan Zoom üzerinden randevulaştık. Zamanın ve mekânın aramıza çektiği seddi, Tahir Aka’nın içten ve hoş sohbetiyle aştık. Sohbetimiz boyunca, Tahir Aka’nın kimi zaman kahkahalardan yaşaran gözleri, konu hasret olunca başka türlü doldu. Gah doğup büyüdüğü Kaşgar’dan bahsettik gah yirmi yıllık özlemi iki güne sığdırdığı İstanbul’dan. Tahir Aka, her ne kadar kendisini Uygur edebiyatının bir temsilcisi olarak görmese ve şiirlerinde Uygur kültüründen izler yansıtma kaygısı olmasa da onun sanatı dünya edebiyat çevrelerine Uygur dilinin ifade zenginliğini tanıtmak için önemli bir araç olmuş durumda. Tahir Hamut, 1969 yılında Kaşgar’da doğmuş. Pekin’de Milletler Üniversitesi Uygur Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans eğitiminin ardından Komünist Parti Merkezi Mektebi’nde üç yıl öğretmenlik yapmış. Burada, Uygur Özerk Bölgesi ve Tibet Bölgesi masalarında çalışmış. Bir süre sonra Ürümçi’ye dönüp Uygur Otonom Bölgesi Parti Mektebi’nde göreve başlamış. O sırada, başka arkadaşlarının da yaptığı gibi lisansüstü öğrenim görmek için Türkiye’ye gelmek istemiş. Ancak partideki görevinden dolayı resmi izinle yurtdışına çıkma şansı olmadığı için Türkiye planını kış tatiline ertelemiş. İşte o tatilde İstanbul uçağına binmek için geldiği Ürümçi havaalanında devletin gizli bilgilerini yurtdışına çıkarmak suçlamasıyla alıkonulup ve üç yıl hapis yatmış. Hapisten çıktıktan sonra işini de kaybedince, Ürümçi’de dostlarının desteği ile sinemayla ilgilenmeye başlamış. 2009 yılında “İzgil” adıyla kendi Sinema-TV şirketini kurup 2017 yılına kadar televizyon programları, belgesel filmler gibi alanlarda içerikler oluşturmuş. Bütün bu zaman boyunca teselliyi şiirde bulmuş. 2017 yılına geldiğimizde, vatanda durum ağırlaşmaya başlayıp, yıllar önce onunla birlikte hapis yatan arkadaşlarının da tekrar tevkif edildiğini görünce o da çaresiz, ailesiyle birlikte ABD’ye kaçmak zorunda kalmış. Tahir Hamut, bu göçü şöyle anlatıyor: … |
Birinci Bölüm: Arka Sokak
Ben iş yerinden çıkıp binanın önündeki merdivenden aşağıya adım attığım anda vücudumu ağır bir titreme sardı. Hava oldukça kapalı idi. Gerçi güneşin batmasına daha vakit olsa da bu şehir asla güneş doğmamış, ezelden beri karanlığa gömülmüş gibi insanın gönlünü bulandırmakta; yavaş yavaş etrafa çirkin bir korku salmaktaydı. Sisin içinde buz gibi dimdik yükselen binanın önünde bir süre durup, düşüncesiz bir tür rahatsızlık duygusuna kapılmakta idim. Sanki kaybolmadan önce parça parça bulanıklaşan şehre yetimlik ve yalnızlıkla bakakaldım. Uzaktaki binalar sis içinde kaybolmakta hatta lambaları yakılan pencereler de iyice kızıllaşmakta; bir baksan var gibi bir baksan yok gibi görünüyordu. Bu, ışık vuran pencere değil, dişi kanayan bir kişinin sırıtışına benziyordu. Etrafımdaki her şey kaybolup aniden sınırsız bir boşlukta kalacakmışım gibi bir vahim duygu beni esir etmekteydi.
Biraz önce iş yerinden çıkarken, kapıdan önce sağ ayağımı mı attım sol ayağımı mı bilemedim. Bir süre, geriye gidip kapıdan tekrar mı çıksam diye düşünüp olduğum yerde bekledim. Ama arkama dönmeden yeniden ilerlemeye devam ettim. Çocukken, ne zaman evden sol ayağımla çıksam, babam kızgınlıkla bağırır, geri dönüp kapıdan tekrar sağ ayağımla geçmemi söylerdi
-
154( Bahar 2023)
2023 Seçimleri:Yarış ve rekabet mi,savaş ve husûmet mi? -
153( Kış 2023)
Mondros'tan Lozan'a (mütâreke, konferans, i’tilâfnâme ve muâhedeler...) -
152( Güz 2022)
Karadeniz'de Milli Mücadele -
151( Yaz 2022)
Milli Mücadelenin Batı Cepheleri (III) -
150( Bahar 2022)
Milli Mücadele'nin Batı Cepheleri (II) Savaş yayılıyor:"Sath-ı Müdafaa" -
146( Bahar 2021)
İstiklâliyetlerinin 30. Yılında Türk Cumhuriyetleri -
145( Kış 2021)
100. Yılında Milli Mücadele'nin Güney Cepheleri -
144( Güz 2020)
Milli Mücadelenin Doğu Cephesini Hatırlamak -
143( Yaz 2020)
Doğu Türkistan Türkiyedir. -
142( Bahar 2020)
TBMM 100 Yaşında - 1920/2020 -
141( Bahar 2020)
Yangın Yeri Düşünceleri -
140( Sonbahar 2019)
Siyaset ve Tarih Yazıları -
139( Yaz 2019)
Yargı Reformu, Hukuk, Siyaset, Tarih ve Aktüalite... Fikirler, Görüşler ve Tartışmalar. -
138( Bahar 2019)
Bir asır sonra 1919 sürecinden kesitler -
137( Kış 2019)
Gün Ortasında Karanlık - Doğu Türkistan'da Çin Nazizmi -
136( Sonbahar 2018)
BİRİNCİ CİHÂN HARBİ - 100 YIL SONRA HARB-İ UMUMİYİ YENİDEN TARTIŞMAK -
135( Yaz 2018)
24 Haziran 2018 Siyaset Tarihimizin Yeni Miladı - Ne oldu?, Nasıl oldu?, Ne olacak? -
134( Bahar 2018)
Ortadoğu...Siyasetin akaid'e, akaidin saltanata, düşüncenin keramete, cinayetin ibadet'e inkılabı... -
133( Kış 2018)
Milletlerarası rekabet nazariyât ve tarih yazıları... -
131( Yaz 2017)
Zihniyet, cemiyet, siyaset, tarih...Fikirler, görüşler, tartışmalar. -
130( Bahar 2017)
16 Nisan Halkoylaması Yeni Bir Yol Haritası mı? -
129( Kış 2017)
16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu -
128( Güz 2016)
2016 Aralığında TÜRKİYE -
127( Yaz 2016)
15 Temmuz -
126( Bahar 2016)