TBMM 100 Yaşında - 1920/2020

Zekeriya Türkmen, Orhan Avcı, Hamit Pehlivanlı, Yaşar Baytal, Ramazan Erhan Güllü, Nuray Özdemir, Fahri Kılıç, Ahmet Altıntaş, Abdulkadir İlgen, Yıldıray Oğur, Alkın Karakurumer, Erol Göka, Fahri Yetim, Davut Dursun

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Bahar Mektubu

Çok tekrarlanan, çok konuşulan kanıksanır, bir müddet sonra. Kanıksanan her şey az veya çok “yabancılaşma”yı da beraberinde getirmez mi? Yabancılaşma duygusunun ilk yansıması da herhalde “anlam” dünyasında kendini gösteriyor. Yabancılaştığımız şeyin önce “anlam”ını yitiriyoruz yahut da  bahis mevzuu “anlam” aşınıyor ve “idrak” (algı) dünyamıza öncekine göre daha zayıf biçimde yansıyor.

MAKALELER

Kendisi de bizzat sorunlu bir kavram olan modernliğin, Türkiye gibi bu süreci tarihsel gecikmişlik ekseninde yaşayan ülkeler açısından daha farklı travmatik tarafları bulunur. Esas itibarıyla kısaca geleneksel tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş ve buna bağlı olarak yaşam tarzı ve zihniyet yapılarındaki köklü değişimleri içeren modernlik, günümüz dünyasını şekillendiren temel dinamiklerin başında gelir. Tarihsel koşullar açısından 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin karşı karşıya kaldığı bu olgu, zorlu bir takım süreçlerin ardından Cumhuriyet’le şekillenen ulus devletin kurulmasıyla yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Modernitenin temel kategorilerinden biri olan ulus devletler; siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel açılardan farklı olgunlaşma süreçlerine ihtiyaç duyarlar. Türk modernleşmesinin kendine özgü niteliklerinin yanında, bu yöndeki tarihsel mirasın da etkileri sonucunda ortaya çıkan darbe olgusu ise, içeriği itibarıyla çok boyutlu olması ve yol açtığı sonuçları açısından disiplinler arası yaklaşımla ele alınmayı gerektiren bir konudur…
 

Kendisi de bizzat sorunlu bir kavram olan modernliğin, Türkiye gibi bu süreci tarihsel gecikmişlik ekseninde yaşayan ülkeler açısından daha farklı travmatik tarafları bulunur. Esas itibarıyla kısaca geleneksel tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş ve buna bağlı olarak yaşam tarzı ve zihniyet yapılarındaki köklü değişimleri içeren modernlik, günümüz dünyasını şekillendiren temel dinamiklerin başında gelir. Tarihsel koşullar açısından 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin karşı karşıya kaldığı bu olgu, zorlu bir takım süreçlerin ardından Cumhuriyet’le şekillenen ulus devletin kurulmasıyla yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Modernitenin temel kategorilerinden biri olan ulus devletler; siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel açılardan farklı olgunlaşma süreçlerine ihtiyaç duyarlar. Türk modernleşmesinin kendine özgü niteliklerinin yanında, bu yöndeki tarihsel mirasın da etkileri sonucunda ortaya çıkan darbe olgusu ise, içeriği itibarıyla çok boyutlu olması ve yol açtığı sonuçları açısından disiplinler arası yaklaşımla ele alınmayı gerektiren bir konudur…
 

İnsan zamanının çocuğu... Kaderimizin ilk tayin edicisi, insanlık tarihinin hangi zamanında dünyaya merhaba dememizin murat edildiği... Yine aynı şekilde, genellikle bir coğrafyayla mukayyet olan bir dilin, bir geleneğin içine doğuyoruz. Bunlar da kaderimizin büyük belirleyenleri arasında. Biyolojik, kim bilir belki de psikolojik yapımızı miras aldığımız ailemiz, kimlerin çocukları olarak dünya geleceğimiz ise asla elimizden olmayan kaderimizin köklerinden...
“Kim bilir belki de psikolojik yapımızı miras aldığımız ailemiz” dedim çünkü son araştırmalar, kişiliğimizi oluşturan öğelerin muhtemelen yarısının genetik olarak belirlendiğini gösteriyor. Huyumuzu, mizacımızı anne ve babamızın genetik havuzundan alıyoruz. Psikolojimizin oluşumunda, kişiliğimizin inşasında ailenin rolü bununla sınırlı değil. Çocukluğumuzun ilk yılları ve bu yılları geçirdiğimiz aile ortamı, ailenin yaşadığı sevinçler, üzüntüler, aile bağlarının gücü, güçsüzlüğü de çok önemli. Neredeyse psikolojimizin, kişiliğimizin temelleri, eldeki genetik malzemeyle bunlar sayesinde atılıyor. Nasıl bir insan olacağımız, karakterimizin özellikleri, yaşadığımız aile ortamında belirleniyor… 

Modern hukukun tartışmalı konularından biri de idamdır. Günümüzde nispeten azalmış olsa da idam cezası birçok devletin hukuk sisteminde hala yürürlüktedir. İdam, bir kimsenin kanun hükmü doğrultusunda devlet eliyle hayatına son verilmesidir. Bu kapsamda, kişinin en temel hakkı olan yaşam hakkını elinden aldığı için ceza hukukunda düzenlenen en ağır bedeni yaptırımdır. Hukuk tarihi açısından bakıldığında idam, insanlık tarihi kadar eskidir. Birbirinden farklı kültürlerde, en çok başvurulan ve katı şekilde uygulanan bir ceza yöntemidir.

Yaşama hakkına son vermesi nedeniyle toplumun her dönem ilgisini çeken idam, aynı zamanda en çok tartışılan ceza yöntemidir. Tartışmaların temelinde, insan haklarının üstünlüğünü ön plana çıkartan siyasi-felsefi düşüncelerin olduğu görülmektedir. Bu düşünceye göre, insan haklarının korunması kapsamındaki en önemli unsur olan yaşam hakkı, suç işlenmesini engellemek için alınan caydırıcı tedbirlerinden daha önemlidir. Siyasi-felsefi düşüncelerin etkisi, idam cezasının aleyhinde olan akımların doğumunu hazırlamış, Beccaria’nın 1764’de yazdığı “Suçlar ve Cezalar” adlı ünlü eseri bu konuda ilk kıvılcım olmuştur. 19.yüzyılın başlangıcından itibaren de idamın uygulama alanı daralmıştır…
    
 

3 Şubat 1932 gecesi Ayasofya Camii tarihi günlerinden birini yaşamıştı. 
Kadir Gecesi  için 40 bin kişinin doldurduğu caminin balkonlarında davetli sefirler oturuyordu. 40 ünlü hafızın okuduğu Türkçe ezan, Türkçe kamet, Türkçe Kur’an o gece görücüye çıkmıştı. Radyo geceyi bütün ülkeye canlı yayınladı.
Atatürk’ün talimatıyla gerçekleşen Ayasofya’daki Kadir Gecesi ertesi günkü gazetelerin manşetlerindeydi. 4 yıl sonra başka bir şubat günü Ayasofya’nın müzeye çevrileceği söylense o gün kimse inanmazdı. 
Nasıl olduğunu anlamak için hikâyenin en başına gitmemiz gerekiyor…
Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Tokatlıyan Pasajı bir zamanların ünlü Tokatlıyan Oteli’ydi. 
12 Haziran 1929 akşamı, akşam yemeği için 8 zengin ve ünlü Amerikalı bu otelde buluştu. Ayasofya’nın kaderini değiştirecek Bizans Enstitüsü o akşam bu otelde kuruldu…
 

Şayet büyük bir halk, hakikatin yalnızca kendinden bulunabileceğine inanmıyorsa… şayet ayağa kalkmaya ve elindeki hakikatle bir başına geri kalan her şeyi kurtarmaya muktedir ve yazgılı olduğuna inanmıyorsa, değil büyük bir halk olmak, etnografik bir malzeme olmaktan ileri gidemeyecektir… Bu inancı yitirmiş bir millet, millet olmaktan çıkar.
F. Dostoveyski

Kimlik bir ‘yamalı bohça’ değildir, gergin bir tuval üzerinde çizilen bir desendir; tek bir aidiyete dokunulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır.
Emin Maalouf

Emin Maalouf, Arnold Toynbee’nin bir tespitini paylaşır. Buna göre insanlık yolu birbirini izleyen üç merhaleden geçermiş. Bunlar:
Tarih öncesine denk düşen birinci merhalede iletişim son derece yavaştı, ama bilginin gelişimi daha da yavaş ilerliyordu, öyle ki bir başka yenilik araya girinceye kadar her yenilik bütün dünyaya yayılacak kadar zaman buluyordu; bu yüzden insan toplulukları hissedilebilir biçimde aynı evrim düzeyindeydiler ve sayılamayacak kadar çok ortak özellikleri vardı.
İkinci merhalede bilginin gelişimi yayılmasından daha çabuk oldu, öyle ki insan toplulukları her alanda gitgide farklılaşmaya başladılar. Tarih adını verdiğimiz bu merhale bin yıllarca sürdü…

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri karşısında Çanakkale Zaferi, Küt’ül Amare Zaferi gibi önemli başarılar kazandığı halde lojistik destek eksikliği, insan kaynaklarının yetersiz olması, aynı anda pek çok cephede savaşmak zorunda kalması, ekonomik yetersizlikler gibi pek çok nedenin bir araya gelmesinden dolayı ağır bir yenilgi almıştır. Şartların daha da kötüleşme emareleri göstermesi üzerine ateşkes antlaşması yapma çareleri aranmış uzun uğraşların sonunda Mondros Mütarekesi imzalanmıştır.  Antlaşmanın imzalanmasının hemen ardından İtilaf Devletleri kendileri açısından stratejik gördükleri yerleri işgal etmişlerdi. İşgallerde kavşak bölgeleri, sahil kentlerini, limanları, demiryollarının kesişim noktalarını dikkate almışlardı. İşgali en ağır yaşayan şehirlerden birisi de hiç şüphesiz Afyonkarahisar olmuştu. Afyonkarahisar’ın karayolları ve demiryollarının kavşak noktasında bulunması, doğu-batı, güney-kuzey aksında yer alması, İstanbul-Konya demiryolu ile İzmir-Afyonkarahisar demiryolu hatlarının birleşme noktasında bulunması  Ege-İç Anadolu karayolu  hattının kesişiminde olması  İtlaf Devletleri tarafından işgal edilmesinin en önemli nedenleri arasında yer almıştır…
 
 

Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin oluşturulmasında fikirleri ve faaliyetleriyle önemli rol oynayan milletvekillerinden Tunalı Hilmi Bey, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinde yenilikçiliğin sembolü olmuştur. Osmanlıcılıktan Türkçülüğe uzanan düşünsel evrimi, eğitimi, bilgi birikimi, aydın kimliği ve eserleri ile sadece I. TBMM dönemini değil, sonraki dönemleri de fikirleriyle etkilemiştir. Meclisin hemen hemen tüm toplantılarına katılan Tunalı Hilmi Bey, birçok kanun teklifi, önerge ve soru önergesi sunmuştur. Gerek hükümete ait kanun tasarıları gerekse milletvekillerine ait kanun teklifleri hakkında söz almış, görüş bildirmiş ve tadil önergeleri vermiştir. Bu özellikleriyle I. TBMM’nin en etkin simaları arasında yer almıştır. Tunalı Hilmi Bey’in meclisteki bu faaliyetleri arasında eğitimin yaygınlaştırılması, Türkçenin sadeleştirilmesi, madenlerin millileştirilmesi, işçilerin koşullarının iyileştirilmesi, köyün ve köylünün geliştirilmesi, seçim sisteminin yenilenmesi, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi, İmar ve İskân Bakanlığı’nın kurulması, gibi birçok konuda çağdaşlarının çok azı tarafından anlaşılabilmiş görüş ve önerileri ile Mustafa Kemal Atatürk’ün daha sonra gerçekleştireceği yeniliklere ışık tutmuştur. ..

Batı ülkelerinin birçoğunda 20.yy başlarından itibaren kadınlara toplumsal ve siyasal anlamda erkeklerle eşit haklar verilmeye başlanmıştır. Finlandiya, İsveç, Norveç gibi Kuzey Avrupa ülkelerinde 1900’lü yıllardan itibaren kadınlar siyasi hayata katılmışlardır. İngiltere’de kadınlar I. Dünya Savaşı sonrasında siyasal haklarını kazanırken Amerika Birleşik Devletleri’nde ise 1919 yılında seçme ve seçilme hakkına sahip olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetler etrafında örgütlenen kadınlar dünyanın çeşitli ülkelerinde siyasal haklarını elde eden kadınlara dikkat çekmeye başlamışlardır. Zamanla Osmanlı kadınlarının da seçme ve seçilme hakkına sahip olması gündeme gelmiştir. Mütareke Dönemi’nde yapılan Aralık 1919 seçimlerine kadınların da katılmasına dair dönemin basınında görüşler yer almış ve bir süre kamuoyunu meşgul etmiştir. Osmanlı Devleti’nde siyasal hayatta görev alabilecek niteliklere sahip çok sayıda kadının olduğu fikri öne çıkmıştır…

Millî Mücadele’nin başarıyla tamamlanması sonrası İtilaf Devletleri ile Ankara Hükümeti arasında 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi imzalanmıştı. Mütareke ile Doğu Trakya geri alınmış fakat nihaî barış imzalanana kadar İstanbul ve Boğazlar bölgesinde işgal kuvvetlerinin kalmaya devam etmesi kabullenilmişti. Ankara Hükümeti adına Doğu Trakya’nın devir-teslim işlemlerini İstanbul’da İtilaf Devletleri nezdinde yürütmek üzere de Refet Paşa görevlendirilmiş ve Paşa 19 Ekim günü İstanbul’a gelerek vazifesine başlamıştı. Fakat İtilaf Devletleri barış görüşmeleri için belirlenen İsviçre’nin Lozan şehrindeki konferansa T.B.M.M. Hükümeti ile birlikte İstanbul Hükümeti’ni de davet edince, bu ikiliği ortadan kaldırmak amacıyla T.B.M.M. 1 Kasım 1922 günü saltanatı kaldırmıştı. İstanbul’daki Tevfik Paşa Hükümeti böyle bir kararı kabul etmeyerek batılı devletlerden destek arayışına girse de bekledikleri desteği bulamamış, neticede onlar da durumu kabullenmek zorunda kalmış ve 4 Kasım günü hükümet topluca istifa etmişti. Dolayısıyla 4 Kasım 1922 günü itibariyle İstanbul’daki devlet işlerinden de artık T.B.M.M. Hükümeti sorumluydu. Hükümet de bütün resmî işlemlerin sorumluluğunu İstanbul’da bulunan Refet Paşa’ya bırakmıştı. Paşa, Doğu Trakya’nın idaresini T.B.M.M. Hükümeti adına teslim alma vazifesinin yanı sıra Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin İstanbul Temsilciliği görevini de yürütecekti.
Refet Paşa İstanbul’a geldiği gün – saltanat henüz kaldırılmamışken – İstanbul Hükümeti’ne bağlı muhtelif memurlar Paşa’yı ziyaret etmişlerdi. Fakat İstanbul’daki resmî makamların ve memurların durumunun ne olacağı henüz belli olmadığı için Refet Paşa bu ziyaretleri, gelenlerin şahsi tavırları olarak kabul ettiğini, kendisinin de şahsı adına onlarla görüştüğünü ifade etmişti. Saltanatın kaldırılması ve Tevfik Paşa Hükümeti’nin istifası sonrası İstanbul’daki tüm adlî ve idarî makamlarda görevli memurların vazifeleri son bulmuştu. İstanbul Hükümeti tamamen ortadan kalktığı için T.B.M.M. Hükümeti dışında resmî makamları düzenleyecek bir birim mevcut değildi. Bu yüzden İstanbul’daki devlet dairelerine bağlı memurlar hem Refet Paşa’ya müracaat ederek hem de T.B.M.M.’ne telgraflar çekerek bağlılıklarını bildirmeye başlamışlardı. Bazı üst düzey yetkililer ve birçok ulema da şahsi olarak hükümete bağlılıklarını bildirmişlerdi. Fakat konuyla ilgili olarak Ankara’dan ilk anda cevap verilmeyince İstanbul’daki idareyi şahsî inisiyatifiyle yürütmekte olan Refet Paşa, memurlar konusunda da yine kendi adına hareket ederek, Ankara’dan kesin bir cevap alınana kadar devlet dairelerinin çalışmalarını önceden olduğu gibi sürdürmeye devam etmelerini istemişti. Bununla beraber bu durumun tamamen kendi şahsi müdahalesi olduğunu, Ankara’dan gelecek net cevaba göre ilerleyen dönemlerde konunun netleşeceğini de ifade etmişti. Kısa süre içinde de Mustafa Kemal Paşa tarafından İstanbul’un idaresine dair Refet Paşa’ya bir talimatname gönderilmişti. Talimatta İstanbul’daki devlet dairelerinin çalışmalarını hangi şekilde sürdürmeleri gerektiği ifade edilirken, eski memurların vazifelerine ne şekilde devam edecekleri hâlen net değildi. Hükümet ve vekâletler tarafından da ilerleyen günlerde İstanbul’daki idarî teşkilatın yürütülmesine dair talimatnameler gönderilmeye devam edilecekti. 6 Kasım’da Refet Paşa tarafından İstanbul’un T.B.M.M. Hükümeti’nin tayin ettiği memurlar tarafından idare edilmeye başlandığına dair bir tebligat yayınlanmıştı. Yine Refet Paşa, resmî dairelerin kadroları tam olarak belirlenmediği için, vazifeleri henüz netleşmeyen önceki dönemde görevli memurların haklarının zayi edilmeyeceğini de açıklamıştı…
 

Rusya’da, 1917’den beri Bolşevik idaresiyle Rus Çarlığı’na bağlı birlikler arasında kıyasıya bir mücadele sürüp gitmektedir. General Baron (Kara Baron) Pyotr Nikolayeviç Wrangel’e bağlı Çarlık Rusya taraftarı Beyaz Ruslardan, Müslüman Tatarlardan ve Çerkezlerden oluşan bir ordu, komünist birliklere karşı savaşmaktadır. Rus Çarlığı yıkılmış, yerine Kerensky hükümeti kurulmuştu. Fakir halk kitleleri Lenin ve arkadaşlarının yanında yer almış ve Rusya’da yeni bir rejim kurulmuştu. Bolşeviklerin yaptığı Brest-Litovsk Antlaşması ile elden çıkan topraklara karşı oluşan tepki iç savaşı körükleyerek giderek büyüdü. Çar taraftarları, liberaller ve mutedil sosyalistler de Bolşeviklerin karşısında yer alarak mücadeleye başladılar. Kızıl Ordu’nun karşısında Beyaz Ordu kuvvetleri Amiral Kolçak, General Denikin ve General Wrangel etrafında toplandılar. Ancak bunların arasında bir tesanüt yoktu. Bunlar üç ayrı grup ve cephe halindeydiler. Kırım Yarımadası birkaç defa el değiştirdiyse de sonunda General Baron (Kara Baron) Pyotr Nikolayeviç Wrangel’in elinde kaldı. Wrangel bu mücadeleyi kazanabilmek, ordunun insanî gücünü devamlı takviye edebilmek için her türlü baskı ve tedbire başvurmaktaydı. Bu maksatla Kırım halkına son derece ağır baskı uygulamaktadır. Emirlere uymamak için az da olsa mazeret gösterenler hemen kurşuna dizilmektedir. Bütün bu baskı ve katı tutuma rağmen, Kırım halkından büyük bir kesim Bolşeviklere taraftar gözükmektedir. Halkın Bolşeviklere meyil göstermesinde, Wrangel’in bu baskı ve şiddete dayalı yönetimiyle birlikte, bunların arasına giren Bolşevik propagandacılarının rolü de şüphesiz büyüktür. Nitekim bu propagandalar sayesinde, Wrangel Ordusu’nun savaşma gücü ve askerlerin maneviyatları bozulmuştur. Sonunda General Wrangel Bolşeviklerin baskılarına dayanamayarak Kuban eyaletini boşaltmıştır. Rusya’daki iç savaş 16 Kasım 1920’de bitmiş ve Wrangel Ordusu’nun kalanları, kaçak sivillerle savaşma gücü olmayan bir filo Sivastopol’dan ayrılarak İstanbul’a doğru yola çıkmıştır. Bu gelişmeleri Ankara Hükümeti’nin istihbarat teşkilatı Askeri Polis takip etmekte ve duruma göre tedbirler almaktadır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da açılışı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda atılan büyük adımın üzerinden yüz yıl geçti. Bu geçen zaman içerisinde Türkiye demokrasisi gelişerek bugüne kadar geldi.  Yıllar boyunca meydana gelen gelişmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi, birinci derecede hem etkileyen hem de etkilenen bir konumda oldu.
Kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle kaleme alınan bu yazıda, 23 Nisan 1920’de açılan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşmasını sağlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda sahip olduğu hükmetme gücünün kaynağı üzerinde durulacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı miras ve icra gücü izaha çalışılacaktır. 
Elbette Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da toplanması ve oluşturduğu çalışma yöntemi sadece Millî Mücadele dönemini etkilememiş, Türkiye Tarihi›nin de belli başlı gelişmelerinden biri olmuştur. 
 

Türkiye’de modern anlamda parlamenter sisteme geçişte I. Meşrutiyet dönemi milat olarak alınır. I. Meşrutiyet’in ilanı ve Meclis-i Mebusan’ın açılışı bir halk hareketinden ziyade toplum içerisinde siyasal barışın korunmasına yönelik olduğu bir gerçektir. Bu bağlamda milliyetçiliğin tavan yaptığı ve Osmanlı devletini sardığı bir dönemde, çok uluslu yapıyı korumak adına bir takım siyasal reformlar yapılmıştır. Siyasi reformların önemli ayağından biri, hiç kuşkusuz Meşrutiyetin ilan edilmesiydi. Meşrutiyetin ilanıyla Osmanlı devleti, modern anlamda parlamenter sisteme kavuşmuştur. Osmanlı topraklarındaki çok uluslu yapı, Osmanlı Mebusanı’na da yansımış; Osmanlı yönetimi ve geleceği ile ilgili konular, artık bu Meclis çatısında tartışılır hale gelmiştir. Devletin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması için ortaya konulan görüşlerin Jön Türk hareketiyle birleşince farklı siyasi akımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. I. Meşrutiyet dönemindeki Osmanlıcılık akımı, süreç içerisinde yerini Türkçülük akımına bırakmıştır. Dolayışıyla Osmanlıcılık ve ardından Türkçülük akımları, modern parlamenter sisteme geçiş için önemli rol oynamıştır. Diğer yandan II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte sistemleştirilen Garpçılık, İslamcılık gibi akımların etkisi bahsedilen akımlara nazaran zayıf kalsa da Türk siyasi ve kültürel hayatına önemli ölçüde yön vermiştir. II. Meşrutiyet dönemi, uzun vadede Türkiye’nin siyasi ve askeri yapısını etkileyecek önemli yenilikler getirmiştir. Bu bağlamda halkın siyaset sahnesinde yerini almasını sağlayacak bir takım düzenlemeler, büyük oranda bu dönemde gerçekleştirilmiştir. II. Meşrutiyet’in getirdiği önemli siyasi değişiklik, geniş çaplı Anayasa değişikliğine gidilmiş olmasıydı. Bu bağlamda 1876 Anayasası, Meclis’e değil padişaha ve yürütme gücüne ağırlık verirken II. Meşrutiyet Anayasası, tam bir meşrutiyet parlamentosunun yetkisine sahip olarak hükümeti denetlemek istemesiydi. Ancak 1909’da gerçekleşen Anayasa değişikliği siyasal barışı sağlayamamış; Meclis-hükümet çatışması yine devam etmiştir. Bu bağlamda yönetimde merkeziyetçi ve milli ekonomi ilkelerini kabul etmiş olan çoğunluk, İttihat ve Terakki Cemiyeti çatısında yer alarak yönetimde yükselirken, Prens Sabahattin’in Adem-i Merkeziyetçi ve liberal ekonomik görüşleri etrafında birleşenler, muhalefette kalmıştır. Bunun sonunda İTC siyasette sivrilirken muhalif olarak kurulan partiler, bir birilerine yakın görüş sergileyerek çoğunlukla da liberal görüşleriyle ön plana çıkmışlar, uzun süre iktidar olamamıştır.
 

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması, Osmanlı Devleti’nin savaştan çekilmesine yol açarken, ordunun terhisi, silâh ve teçhizatın teslimi gibi konular ülkeyi açık bir işgal alanına çevirmiştir. Mütâreke dönemi olarak adlandırılan bu sıkıntılı devirde, gelecekte Osmanlı idarecilerine bir barış projesi olarak sunulacak olan Sevr taslağıyla Türkleri her bakımdan mahkûm etmek isteyenler, memleketin stratejik noktalarını öncelikle ele geçirerek denetimlerini daha da sıklaştırmışlar, müstemlekelerinden getirdikleri askerleriyle  kamuoyunu baskı ve kontrol altında tutmaya çalışmışlardı. 

Mütâreke sürecinde İstanbul’da toplanan askerî erkânın, Harbiye Nezareti ve Erkan-ı Harbiye Riyasetinde yaptıkları çalışmaların sonunda oluşturulan planlar, ülkenin geleceği açısından neler yapılması gerektiği üzerine yoğunlaşmıştı. Cephelerde savaşın sıkıntılarını çekenler, mağlûbiyetler dizisinin ardından imzalanan Mütâreke sonunda bu defa İstanbul’daki karargâhta kendilerine yeni sorumluluklar yükleyecek olan planları da yapmaktan geri durmamışlardı. Tasfiye edilen ordu bakiyyesinden -müttefiklerin de endişelerine mahal bırakmadan- yeni bir teşkilâtlanmaya gidilmesi elzemdi. İşte bu noktada Osmanlı ordusu bakiyyesinin son erkân-ı harpleri olağanüstü yetki ve sorumluluklarla donatılmış ordu müfettişlik teşkilâtının kuruluşunu gündeme getirmişlerdi. Bir barış kadrosu olarak tesisi düşülen bu yapılanma, aslında müfettiş olarak atananlara verilen talimatlar incelenirse seferî kadro özelliğine sahiptir.
 

ARŞİV