Siyaset ve Tarih Yazıları

Kemal Gözler, Murat Beyazyüz, İhsan Fazlıoğlu, Cengiz Anık, Abdulkadir İlgen, Kemal Saylan, Yıldırım Okatan, Samet Özdemir, Mustafa Köksal, Sevda Özen Eratalay

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Güz Mektubu

Elinizdeki 140. Sayı ile birlikte 2019 senesini bitirmiş oluyoruz. Bu sayının yarıdan fazlasını siyasî-felsefî incelemeler teşkil ediyor; geri kalanı da –son sıradaki yazı hâriç-  tarih çalışmalarından oluşuyor.

MAKALELER

Osmanlı Devleti’nin son dönemine damga vuran önemli isimlerden biri olan Cemal Paşa, üç paşalar iktidarı olarak bilinen 1913-1918 yılları arsında Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetinin belirlenmesinde etkin rol oynamıştır. Cemal Paşa, 1890 yılında Kuleli Askeri İdadisi, 1893 yılında ise Harbiye Mektebinden mezun olduktan sonra Osmanlı Ordusu’nun içerisinde çeşitli rütbelerde görev yapmıştır. Cemal Paşa, II. Meşrutiyet’in ilan edilmesi üzerine Selanik’te bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Merkezi’nin İstanbul’a gönderdiği 10 delegeden oluşan temsil heyetinde yer almış, ardından cemiyetin genel merkez üyeliğine seçilmiştir. Bu sırada 31 Mart olayının çıkması üzerine İstanbul’a dönerek ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Hareket Ordusu’na katılmıştır. 23 Ocak 1913 tarihindeki Bab-ı Ali Baskını olarak tarihe geçen darbe girişiminin başarılı olmasının ardından İstanbul Muhafızlığına getirilmiştir. 1914 yılında ise önce Nafia Nazırı ardından Bahriye Nazırı olarak hükümette görev almıştır.
Cemal Paşa, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılmasından sonra Enver ve Talat Paşalarla birlikte 1-2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısıyla önce Odesa’ya ardından da Berlin’e gitmiştir. Daha sonra İsviçre’ye geçerek burada İttihat ve Terakki’nin yurtdışı faaliyetlerini düzenlemiştir. Bu sırada İstanbul’da bulunan Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından 5 Temmuz 1919 tarihinde önce ordudan atılmış akabinde ise 13 Temmuz 1919’da gıyabında idama mahkûm edilmiştir. Bu kararın ardından Rusya üzerinden İngilizlere karşı mücadele eden Afgan ordusunun modernleştirilmesi için Afganistan’a geçmiştir. Afganistan’dan geri dönerken 21 Temmuz 1922 tarihinde Tiflis’te uğradığı suikast sonucu iki yaveri ile birlikte şehit edilmiştir… 
 

İnsanoğlunun en temel ihtiyaçlarından olan beslenme hemen her kültürün vazgeçilmez unsurları arasındadır. Eski toplumlar daha, yerleşik hayat olgusuna sahip olmadan yemek ihtiyacını avcılık-toplayıcılıkla hallederlerdi. Yeme-içme Türklerde o kadar önemlidir ki bunu Göktürk yazıtlarındaki çoğu sözcükten ve yemek törenlerinden anlamak mümkündür (Eröz, 1973: 6-8). Aynı şekilde yerleşik hayata geçen ve tarımla uğraşan ilk Türk toplumlarından olan Uygurlarda da bu bağlamda çok fazla sözcük karşımıza çıkmaktadır. Tarihsel metinlerde Türklerin yeme içme ile ilgili farklı pek çok törenleri olduğunu bu metinlerden öğrenmekteyiz. Doğum, düğün, kutlama ya da ölü törenlerinde yemeklerin ne denli önemli olduğu bu metinlerde sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. 
Anadolu halkı için de ayrı bir öneme sahip olan yemek kültürü eski çağlardan günümüze taşınan pek çok geleneğin devamının bir göstergesidir. Anadolu’da ölen birinin ardından yapılan yemekler farklı isimlerle anılsa da amaç aslında uzun yıllardır süregelen geleneğin bir parçasıdır. Örneğin kırk yemeği, yedinci gün yemeği bu geleneklerden bazılarıdır. Yine doğum sonrası anneye (loğusa kadına) yapılan özel yemekler, doğuma gelen misafirler için ya da bebeğin kırkının çıkması üzerine hazırlanan yemekler yöreden yöreye değişiklik gösterse de eski geleneklerin devamı niteliğinde olup bu kültüre verilen önemden kaynaklanmaktadır. 
Beypazarı yöresine ait yemek isimleri mutfak kültürü bağlamında ele alınarak yörede kullanılan sözcükler derleme sözlüğündeki biçimleri ile karşılaştırılmıştır. Burada amaç unutulmaya yüz tutmuş sözcükleri canlandırarak Türkçe sözcükler çerçevesinde öz sözcükleri dile tekrar kazandırmak olarak algılanabilir. Ayrıca eski çağlarda yaşamış bir sözcük varsa bunu ortaya çıkarmak biçiminde de açıklanabilir…

Türklerin 1040 Dandanakan savaşından sonra Horasan bölgesinde kurdukları Büyük Selçuklu devleti, Yakın Doğu coğrafyasındaki İslâm ülkeleri için bir umut oldu. Çünkü Türkler, bu topraklara geldiklerinde bölgede önemli bir siyasî unsur olan Abbasî halifeliği güç kaybetmeye başlamış ve hâkimiyeti altında bulunan topraklarda yaşayan topluluklar arasında huzursuzluklar ortaya çıkmıştı. Bunun yanında ezeli düşman Bizans devleti, bunu fırsat bilerek İran, Irak, Suriye gibi çoğunlukla Müslümanların yaşadığı topraklara saldırdı. Müslümanlar, Bizans saldırılarına karşı koymak zorunda kaldılar. Bu saldırıların yanı sıra Yakın Doğu’da oluşan siyasî, kültürel ve ekonomik kriz özellikle Suriye, Irak, İran gibi İslâm devletlerini oldukça etkiledi. Bu dönemde ortaya çıkan sorunlara Bağdat yönetimi bir çözüm bulamadı. Bu durum halk arasında hoşnutsuzluğa ve tepkilere yol açtı. (Erdem, XX, 2000:3) Oluşan huzursuzluk ve yönetime karşı oluşan güvensizlik, özellikle İran’ın Mazenderan, Kuhistan ve Dihistan gibi dağlık bölgelerinde faaliyet gösteren Bâtîniler için ele geçmez bir fırsattı. Bu ekonomik ve siyasî kaos sayesinde bölgede yaşayan halk nazarında büyük itibar kazandılar. Önceleri İran’ın dağlık bölgelerinde faaliyet gösteren Bâtîniler, İran içlerine hatta Horasan topraklarına kadar yayıldılar. Onların bölgede nüfuzunun artması sünnî dünyasında bir uyanışa neden oldu. Büyüyen bu tehdit karşısında Müslümanlar var olma savaşına giriştiler. (Lewis, 1995: 33)…

Bütün her şeyin kimlik tahakkümünün el değiştirmesi üzerine yapıldığı bir ikilemde yaşıyor, onun tarafından şartlandırılıyoruz. Oysa kimlik tahakkümünün el değiştirmesi üzerine değil sıfırlanması üzerine odaklanabilsek, meselelerimize çok daha kalıcı çözümler üretebiliriz. Olmadı, yapamadık. Daha doğrusu şimdiye kadar hep birincisini yaptık ve yanıldık. Şimdi taassup ve kendimize tapınmayı değil de, ikincisini; aslî meseleleri gündeme getirmeyi deneyeceğiz. Aslında adını tam olarak koyamasalar bile Cumhuriyeti kuran kurucu neslin yapmaya çalıştığı şey de, bir farkla bu ikinci yoldu: Aslî meselelerde yoğunlaşmak. 
Pekâlâ, bu ikinci yol neydi ya da nedir? Bu yol, zümre ve sınıf menfaatlerini değil de, amme menfaatini her şeyin üzerinde tutma olarak özetlenebilir. Bunun adı milliyetçiliktir. Millet kavramı örfte herkes anlamına gelir, herkesin şartsız-şurtsuz menfaatlerini savunmak da milliyetçilik. İyi de kurucu neslin merkeze aldığı bu millet ideal olarak bir kurgu (mefkûre) mu, yoksa realite olarak bir olgu (mevcûde) muydu? İşin aslı, millet realitesi kültürel ve sosyolojik olarak pek tabii ki olguydu. Bu anlamda yaşayan, cari bir millet zaten vardı. Hatta siyasî olarak da vardı. Vardı, çünkü bir Türk Devleti vardı. Gökalp buna “vaki millet” diyor… 

Tarikat meselesi bir süredir gündemde. Birkaç ay önce sızdırılan ve 5-6 yıl kadar önce hazırlandığı iddia edilen Diyanet İşleri Başkanlığı raporu işaret edilerek, tarikatlara operasyon yapılacağı şayiası yayıldı. “Şüyûu vukûundan beter” olan bu şayia, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Barış Pınarı Harekatından sonra yeniden fısıldanmaya başlandı. Muhtemelen, diyet olarak böyle bir operasyon talep edeceği şayiası yayılarak, askerin itibarı gölgelenmeye çalışılıyor. Esasında, böyle bir konuya devletin duyarlı hale gelme ihtimali peşinen bertaraf edilmek isteniyor. Bu yaygara aracılığı ve sivil toplum, inanç özgürlüğü, dindar düşmanlığı gibi söylemler dolayımıyla, devletin şu anda içine sızmış paralel yapıların korunması amaçlanıyor. Bir zamanlar, devletin en kritik iç organlarını habis bir ur gibi sarmış olan FETÖ terör örgütü de benzer bir zırh ile korunmuştu. 
Bir taraftan da farklı tonda bir demokrasi vurgusu dillendiriliyor. İktidar nimetlerinden yararlanmanın yolunu bu güne kadar, hep bulmuş olan anlı şanlı bir ‘prof’, “Gramsci’nin” diyor, “kulakları çınlasın”: Parlak iddiası şu: Eurocommunisme’in Katoliklerle demokratları buluşturma hayalini anlatan kutsal ittifak, Türkiye’de dincilerle derin devletçilerin buluşması olarak anlaşıldı. Arayı bulan da Bahçeli. Cumhur ittifakı buna örnek. Belli ki siparişlerin tadı ve cazibesine paralel olarak, daha başka pek çok kalem, böylesi, neon ışıklarıyla parlatılmış fikirler serdedecek… 
 

Konumuz, felsefe ile tarih ilişkisi olduğundan, doğrudan, tarih felsefesi anlatmayacağım. Çünkü, günümüzde, tarih felsefesi dediğimizde, iki tür temel başlık söz konusudur. Birincisi, Tarih Metafiziği dediğimiz, daha çok, Alman Okulu’nun kurucusu olduğu, Kant’tan itibaren başlayan ama özellikle Herder, Hegel ve Dilthey çizgisinde devam eden bir tarih metafiziği... Tarih metafiziği, büyük oranda, tarihin, belirli bir amaca, hedefe göre okunmasıdır. Bizdeki en güzel örneği de, merhûm Osman Turan’ın, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’dir. Büyük oranda, Alman tarih-felsefe okulunun etkisini taşır. Bu okul, tarihi, daha çok, bir milletin gelecek hedefi açısından ele alır. İkincisi ise, Tarih Epistemolojisi dediğimiz, tarihsel bilginin kaynakları, yapısı, yöntemleri üzerinde duran, Anglo-sakson merkezli bir okul. Günümüz tarih felsefesinde, ikinci okul daha baskındır; çünkü, tarih felsefesi dediğimizde, daha çok, bir tür tarih epistemolojisi, yani tarihî bilginin çözümlemesini yapıyoruz. Bugün bunu yapmayacağız; yani, tarih metafiziği nedir, nasıl gelişmiştir, bugün nasıl ele alınmaktadır, onlar üzerinde durmayacağız. Tarih epistemolojisi üzerinde de durmayacağız. Daha çok, tarih ile felsefe, tarih boyunca nasıl gelişmiş, ilişkileri ne olmuş, onun üzerinde duracağız. Bunu yaparken de, sadece malûmât vermeyeceğiz...

“Siyasi parti” kavramı, sosyal ve beşerî bilimler tarafından pek çok yönden ele alınıp incelenmiş, bu incelemeler sonucunda pek çok hükme varılmıştır. Daha özelde, özellikle son kırk yılda kendine has bir bakış açısı geliştirmiş olan “siyaset psikolojisi” disiplini de “siyasi parti” olgusuna eğilmiş ve siyasi partilerin birer grup olma özelliği gösterdiği kabulünden hareketle bu özgün gruplar hakkında çeşitli çözümlemeleri bilim sahasına sürmüştür. Bir siyasi partinin vücuda gelme süreci, bu süreçte etkili olan olaylar, fikirler ve kişiler, kamuoyunun partiye teveccühü, partiyi destekleyenlerin çeşitli özellikleri ve partinin söylemleri gibi konular üzerinde derinlemesine çözümlemelere artık daha sık rastlanır olmuşsa da siyaset psikolojisinin partileri ele alışında birkaç husus üzerinde yeterince inceleme ve çözümleme yapılmamıştır. Bu hususlardan biri de siyasi partilerin zayıflaması ve dağılması süreçleridir. Bu yazıda bu husus bazı yönleriyle ele alınacaktır. 
Tolstoy meşhur romanı Anna Karenina romanına şu cümleyle başlar: 
“Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Biz de bu tartışmaya temel bir sav olarak şunu söyleyerek başlayabiliriz: 
“Bütün partilerin ayrı ve kendine özgü bir kuruluş ve gelişim hikayesi olabilir, fakat bütün partilerin zayıflaması ve dağılması genellikle birbirine benzer.” 

Her ülke ürettiği değerler ölçüsünde zengindir. Ülkeler ürettikleri değerlerle gelişirler. Bilimsel, kültürel ve eğitsel değerler, üniversitelerde üretilir. Bir ülkenin bilimsel, kültürel ve eğitsel değeri, bu ülkenin üniversitelerinin değerine bağlıdır.
Üniversitelerin değeri ise, üniversitelerin öğrencilerinin değeriyle, öğretim elemanlarının değeriyle ve bunların ürettikleri eserlerin (buluş, patent, kitap, tez, makale, vs.) değeriyle ölçülür.
Türkiye’de üniversitelerin ürettiği bilimsel, kültürel ve eğitsel değerler fevkalade düşüktür ve maalesef bu değerler gün geçtikçe değerlerini daha da yitirmektedirler. Türkiye’de adeta bir akademik devalüasyon var.
Türk akademisi çok ciddi bir “değersizleşme süreci”nden veya daha doğru bir terimle “değersizleştirme süreci”nden geçiyor. İşte bu makalede Türk akademisinin içinden geçtiği bu değersizleştirme süreci hakkında birtakım gözlemlerde bulunup, eleştirilerimi dile getireceğim.
 

ARŞİV