Yargı Reformu, Hukuk, Siyaset, Tarih ve Aktüalite... Fikirler, Görüşler ve Tartışmalar.

Ersan Şen, Filiz Demirbüker, Kemal Gözler, İlker Eralp, Dursun Ali Akbulut, Mustafa Aksoy, Ercüment Topuz, Matthew Stewart, Samet Özdemir, Yavuz Han.

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Yaz Mektubu (2019)

Türkiye artık müzminleşmeğe yüz tutmuş Kuzey Suriye meselesinin yanı sıra geçtiğimiz birkaç aydan beri yine hukuk, yargı reformu ve iç siyâsetin geleneksel mevzularını, erken seçim ve anayasa değişikliğini tartışmaya başladı; tabiî bir de son haftaların gözde konusu, “ittifak”ların geleceği…

MAKALELER

1. Aristokrasi öldü...

Çocukluğumda her yıl yaklaşık bir hafta boyunca Amerika’nın silinmekte olan aristokrasilerinden birinin bir mensubu olurdum. Ailem bazen Noel’de sıklıkla da  4 Temmuz’da büyükbaba ve büyükannemin Chicago, Palm Beach veya Asheville, North Carolina’daki özel kulüplerinden birine giderdi. Kahvaltı büfeleri muazzam olurdu; büyükbabam ise her zaman bildik bir hikaye anlatmaya hazır olan, kulüp adabımuaşeretine ilişkin nazik yönlendirme fırsatlarını hiçbir zaman kaçırmayan, neşeli bir ev sahibiydi. 11 veya 12 yaşındayken puro dumanları arasında kendisinden bu bolluk dolu haftalarımızı, 1920’lerde Indiana’daki Standard Oil şirketinin başkanı olarak zengin olan Teddy Roosevelt’in yanında “Rough Rider” olarak görev yapan büyük büyükbabamız Albay Robert W. Stewart’a borçlu olduğumuzu öğrenmiştim. Ayrıca, izleri kadim ve akıl almaz bir ihtilafa dayanan nedenlerden dolayı Rockefellerların bizim klanımızın can düşmanı olduklarını anlamam sağlanmıştı. Albay ve onun dev isimlerle olan münakaşaları hakkındaki hikayelerin, gerçeklikten pek uzak olduğunu çok sonraları öğrendim.

Kulüpte geçirilen haftanın sonunda evimize dönerdik. Benim gerçekliğim, 1960’ların hırçın orta sınıf dünyası ile 70’lerin Amerikan askerî üsleri ve etraflarındaki topluluklardı. Hayat burada da güzeldi ama pizza, kutuların içinde oluyor ve kahvaltıda da “Lucky Charms” gevreği yeniyordu. Şanımız, annem ve babam eve yeni bir Volkswagen karavanla geldikleri gün zirve yaptı. Büyüdükçe, vatansever sohbetle dolu öğle yemekleri ve briç ritüellerinden oluşan tatil şatafatı, bana hayattaki en büyük başarısı yalnızca orada görünmek olan insanlar için düzenlenen, sonsuz bir doğum günü partisiymişçesine gülünç ve mide bulandırıcı gelmeye başladı. Ben liyakatle yol almaya inanan yeni bir nesle mensuptum ve bizim liyakat tanımımız açıktı: Sınav sonuçları, notlar, özgeçmişimizi rekabetçi şekilde doldurmak, masa oyunları ve spontane gelişen basketbol oyunlarında üstünlük ve elbette geçimimizi sağlamak için çalışmak. Benim için bunun anlamı komşular için ufak tefek ev işleri yapmak, yerel bir fast food restoranında çalışmak ve lisans ve lisansüstü eğitimimi tamamlayabilmek için burs bulmaktı. Doğuştan birçok avantaja sahiptim ama para bunların arasında değildi…
 

Türk Milleti olarak geride bıraktığımız tarihimiz, şan, şeref ve kahramanlıklarla doludur. Tarih Türk’ün savaştan arkasını dönerek kaçtığını çok nadir kaleme almıştır. İşte bu kara günlerimizden fecaatli ve dehşetengiz bir hikayedir: Balkan Harbi. Balkan Harbi’nde çok kısa zamanda mağlup ve perişan olan ordularımız tabiri caizse İstanbul önlerine kendilerini zor atmışlardır. Pek çok askerimiz şehit olmuş, pek çok askerimiz de çeşitli hastalıklar sebebiyle daha sonra şahadete ermiştir.

Balkan Harbi’nin sonlarına doğru Kamil Paşa hükümetinin Edirne’yi Bulgarlara bırakacağının duyulması üzerine İttihat Terakki Cemiyeti bu olayı protesto kararı almış fakat Enver Paşa’nın ısrarları üzerine kısa süre önce İttihat Terakki’den silah zoruyla devralınan hükümeti düşürme fikrine dönüşmüştür. 23 Ocak 1913 tarihinde İttihat Terakki Babıali’ye yürümüş, Kamil Paşa Hükümeti devrilmiş, yerine Mahmut Şevket Paşa Hükümeti kurulmuştur.
Mahmut Şevket Paşa Sadrazamlığında, Harbiye Nazırlığı vazifesini de yürütmüştür. 11 Haziran 1913’te öldürülmesinin ardından, 17 Haziran 1913’te Said Halim Paşa hükümeti kurulmuş ve Harbiye Nazırı olarak Ahmet İzzet Paşa göreve getirilmiştir. Fakat Mahmut Şevket Paşa zamanından beri söz konusu olan ordunun düzenlenmesi, emeklilik ve rütbelerin tenkisi meseleleri bir türlü halledilememekte, orduda kalıcı çözümlere gidilememektedir. Bu sebeplerle Enver Paşa 3 Ocak 1914›te Harbiye Nazırı olmuştur. 
Enver Paşa Harbiye Nazırı olduktan sonra orduda çeşitli düzenlemelere gitmiş, pek çok yenilikler yapmıştır. Bu düzenlemeler ve yenilikler günümüze kadar henüz müstakil bir eser olarak neşredilmemiştir. Zaten mevcut tek çalışma Ali Kaşıyuğun’un yüksek lisans tezi şeklindedir.

Buradaki çalışma ise Doktor Abdullah Cevdet’in İctihad Mecmuası’nda yayınlanan bir mülâkatı olup Enver Paşa’nın ordudaki reformları ile ilgili ciddi bilgiler ihtiva etmektedir. Bununla birlikte Abdullah Cevdet birkaç hususa daha değinmekte, döneminin güncel meselelerine de ışık tutmaktadır. Mülâkat 24 Nisan 1914 tarihinde İctihad mecmuasının 103. sayısında yayımlanmıştır ve tam metnini aşağıdaki çerçeve içerisinde okuyacaksınız:

Darbe teşebbüsüne karşı koymak için sokağa çıkan ve bu uğurda hayatını kaybeden bütün şehitlerimize rahmet olsun...
15 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı’nın çağrısından tam bir saat evvel Genelkurmay’ın önünde idim. Oradaki kardeş, ülküdaş ve hamiyyet sahibi vatandaşlarımızla beraber ve uzun saatler boyunca birçok kez ölümle burun buruna geldik. Yanı başımızdaki insanların kolunun, bacağının, hattâ kafasının koptuğunu, bedeninin paramparça olduğunu gördük. Ortalıkta “gazi”yim diye dolaşanların bir kısmından daha fazla şey yaşadığımızı zannediyorum. 
     O “yaşadıklarımız” birçok insanla beraber bendenize de birkaç “adres”e birden bazı suâlleri sorma hak ve salâhiyetini veriyor. Hiçbir peşin hüküm taşımaksızın, mevzu dışı lüzumsuz imalarda bulunmadan, edep terbiye dâhilinde bir sorgulama olmasını diliyorum…

1- Darbeye maruz kalan iktidara
• Bu işin siyasî ayağına hâlâ ve hiç mi hiç dokunmayarak ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bunu herkes gibi ben de merak ediyorum.
• Devleti yönetenlerin en temel mükellefiyet ve meziyetlerinden birinin aldatılmamak olması lâzım gelir. İstihbârât bunun için vardır, danışmanlar bunun için vardır; asker, polis bunun için vardır. Hin-i hâcette ve vâki olduğunda da aldatılmanın, ayağının önüne kurulan tuzağı görememenin, âmiyâne tâbirle “tongaya düşme”nin de bir bedeli, keffâreti ve neticesi olması icâb etmez mi? Bunu kim üstlenmiştir?

Osmanlı Devleti’nde kanaatkâr toplum teamüllerinin matbahı, mescid merkezli mahallerdir. Gündelik hayatın yoğrulduğu bu mahallerin müştemilatını mabed, mektep, medrese ve bil-umum maberrat teşkil etmiştir. Toplumsal terkibin cami merkezli bir anlayıştan neşet etmesi içtimai olanı meydana getirmiştir. İçtimai, “cem” kökünden türemiş “toplanma, bir yere gelme, birikme, yığılma” lafızlarını ihtiva edip, mana itibariyle müşterek idea ve ideallere sahip kişilerden müteşekkil cemaatlere atıf yapan bir kavramdır. Bu cemaatlerin cem’ine, cami merkezli kıymetler ortam hazırlamıştır. Dolayısıyla içtimai, cami merkezli değerlerle değerlenip mazinin muhasebesi üzerinden “hal”i yaşanır kılan ve istikbale ilişkin öngörülebilir bir hayat anlayışı iddiasını ikna edici delillerle dillendiren birliktelikler bütünüdür. Bu bütünün davranış biçimi, iktisadi (vasat) usul üzere tayin edilmiştir. İktisad ise; “i’tidal üzere hareket ve had-ı vasatiye riayet” anlamlarına gelen ve mefhum itibariyle de muhatabına müdahil olduğu tüm alanlarda ifrat ve tefriti ötelemesini tavsiye edip, vasati telkin ve teşvik eden kıymetler kümesidir.

İçtimai davranışın ve iktisadi paylaşımın talim ve terbiyesine, vahdet eksenli muvazeneler ile bunların sistemli hallerinden ibaret olan müesseseler koşullandırılmışlardır. Muvazeneleri başta ilahi metinler olmak üzere örf, adet, gelenek ve görenek şeklinde hayatı anlamlandıran ve yaşama takaddüm eden kadim kaide ve kurallar, müesseseleri de muvazenelerin tecessüm etmiş formları olan eğitim ve öğretim, sağlık, güvenlik vb. devlete ilişkin veya iliştirilmiş bütün yapılar teşkil etmiştir. 
 

Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra Türkiye’deki Alman Heyeti görevinden ayrıldı ve Suriye Cephesindeki orduların komutası Mustafa Kemal Paşa’ya verildi. Çok geçmeden ordu karargâhları kaldırıldı ve Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a Harbiye Nezareti emrine alındı; böylece onun altı ay üç gün sürecek olan İstanbul günleri başlamış oldu. Ülkede her şeyin yeniden düzenlenmesi sağlanacak, Türk toprakları düşmana bırakılmayacaktı. Şişli’deki apartman dairesinde  askeri karargâh gibi toplanıyorlar ve yurtseverler bir arada çalışıyorlardı. Amaç ve hedef belli idi; resmi görevle Anadolu’ya geçilecek, görev asla terk edilmeyecek, görevden alınmış olsalar da İstanbul’a dönülmeyecek, Milli Mücadele Anadolu’dan başlatılacaktı. Mersinli Cemal Paşa, 27 Ocakta Nihat Paşanın yerine Konya’da Yıldırım Kıtaatı Müfettişliğine memur edildi. Kâzım Karabekir Paşa, Tekirdağ’daki 14. Kolordu komutanlığına atanmış iken, burada icraat yapamayacağı nedeniyle, belki Doğu Anadolu’yu çok iyi tanımış, bir kez de düşman işgalinden kurtarmış olduğundan Erzurum’daki15. Kolordu kumandanlığını tercih etti; Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek onun da Anadolu’ya gelmesini önerdi. Plan belli, hedefleri aynı idi. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’da pek çok konu ile ilgileniyor, mümkün olduğu kadar çevresini genişletiyor, hatta itilaf subaylarını kendine hayran bırakmış bulunuyordu. Yaklaşık bir ay, Kasım ve Aralık ayları içerisinde ayrı ayrı olmak üzere üç defa selamlık resmi alisinde mahfili hümayunda padişahın huzuruna kabul buyuruldu. Orduların durumu, askerlik işleri, iç ve dış siyasi konular, basın, İstanbul başta olmak üzere Anadolu ahvali ile ilgileniyor, hakkında yazılanları takdirle bazen tekziple karşılıyordu. Orta Karadeniz Bölümünde asayişsizliğin ortaya çıktığı, dağınık vaziyetteki silah ve cephanenin toplanıp depolanması gerektiği, şûraların asker topladıkları gerekçesiyle İngilizlerin Babıali’ye verdikleri 21 Nisan 1919 tarihli nota gereği olarak durumun düzeltilmesi, aksi takdirde söz konusu sahanın işgal edileceği bildirildi. Sadrazam Damat Ferit durumu önce İngiliz yüksek komiseri A. Calthorpe ile daha sonra Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Beyle görüştü, muhtemelen padişahı da bilgilendirdi. Mustafa Kemal Paşanın adı etrafında tereddüt bulunmadığından ve kahramanlığı ile tanınmış bir komutan olduğundan padişah buyruğu ile 5 Mayıs 1919 da Dokuzuncu Ordu Kıtaat Müfettişliğine ataması yapıldı. 16 Mayıs’ta İstanbul’dan Bandırma Vapuruyla hareket ederek 19 Mayıs 1919 Pazartesi sabahı saat sekizde Samsun’a geldi. Basın bu olaya ilgi duyuyor, değer veriyor ancak birçok önemli konuyu bir araya getirmeye çalışırken aralarında tercih yapmakta zorlanıyordu. Zaman gazetesi, Mustafa Kemal Paşanın Dokuzuncu Ordu Kıtaat Müfettişliğine tayin edildiğini biliyor fakat on gün sonra haberin devamını okuyucularının anlayabileceği biçime dönüştüremiyordu. 17 Mayıs günkü gazeteler doğruya biraz daha yaklaşmakla birlikte eski alışkanlıklarını terk edemiyorlardı. 22 Mayıs 1919 tarihli yine aynı gazeteler, Mustafa Kemal Paşanın Samsun’a ulaştığını haber vermekte ve bunu önemli bir hadise olarak görmekte idiler. 

Sosyo-kültürel olaylar durup dururken ortaya çıkmazlar. Nasıl ki fiziki ve biyolojik olayların ortaya çıkması için belirli zaman ve etkenler gerekiyorsa sosyo-kültürel olaylar için de belli bir tarihî süreç ve uygun sosyo-kültürel yapının olması gerekir.
Hayvanlar iç güdülerine göre hareket ederken insanlar içine doğdukları, yani var oldukları sosyo-kültürel yapıdaki kazanımlarına göre davranış gösterirler. Bilindiği gibi sosyal yapılar insanlardan meydana gelmiş olmalarına rağmen insanlardan farklıdırlar. Bununla beraber sosyal yapıların da insanlar gibi hâfızaları, tarihleri ve tarihî süreçte öğrenilmiş veya meydana gelmiş kültürel yapıları ile davranış kalıpları ve hâfızaları vardır. Bu sebeptendir ki, sosyal yapı davranışlarını anlamak için o yapının tarihî mâhiyetine bakmak gerekir.
İnsanlar bireysel olarak çok sayıda özelliklere sahiptir, insan olma özelliklerini ise sosyo-kültürel ve fiziki coğrafyadan öğrenirler, bu öğrenme süreciyle birlikte kimlik sahibi olurlar. Bu bağlamda insanların, biyolojik, psikolojik, sosyolojik hatta fiziki kimlikleri vardır. Hatta insanlar bir gün içinde birçok kimlikle var olurlar. Meselâ, okulda öğrenci, evde baba veya anne, iş yerinde işçi veya memur vs.
Bir devletin vatandaşı olan insanların resmî kimlikleri olur. Nasıl ki, insanlar statülerinin gereği rollerini yerine getirmediklerinde sorunlar yaşanıyorsa, devlet kimliğine sahip olan insanlardan da kimliklerinin gerektirdiği rolleri yerine getirmesi beklenir. Fakat, bazı hallerde bunların gerçekleşmemesi durumunda devlet doğrudan müdahale etmez. Meselâ, devletler tarafından insanların kendilerini iyi vatandaş olarak yetiştirmeleri beklenir. Fakat bunun olmaması durumunda da devletler insanlara müdahale etmez. Ancak devletin işleyişine ve devlet olmanın gereklerine bir saldırı olduğunda devletler vatandaşlarına müdahale ederler…
 

1863, 1933 ve 1944 yıllarında çok kısa süreliğine de olsa üç defa bağımsız yaşama fırsatı bulan Doğu Türkistan 1949 komünist devrimiyle tamamen Çin hâkimiyetine girmiştir. Yeni Çin iktidarı tarafından ise 1955 yılında hukuki ve idari açıdan “Sincan (Xinjiang) Uygur Özerk Bölgesi” adı verilen bölge bugün, Çin Halk Cumhuriyeti içerisindeki 5 özerk bölgeden biridir. 
Tarih boyunca Dünya ve Türk medeniyetine sundukları önemli katkılar ile adından sıkça söz ettiren ve Doğu Türkistan coğrafyasında yaşayan Uygurlar, ulaştıkları kültür ve medeniyet seviyesi açısından en ileri Türk topluluklardan birisi olmuştur. Tarihin bu özellikleri ile hatırladığı Uygurların mirasçıları ise bugün, Çin tarafından baskı ve asimilasyona maruz kaldıkları gerekçesiyle dünya gündemini yeniden meşgul etmektedir. 
Çin’in özellikle 1950 sonrasında planlı olarak izlediği baskı ve asimilasyon siyaseti günümüzde, uluslararası kamuoyunun bölgeye yönelik insan hakları temelli itiraz ve tepkilerinin odağı haline gelmiştir. 1750’lerde başlayan ilk Çin işgali sonrası, yıllar süren bir bağımsızlık mücadelesine sahne olan Doğu Türkistan bugün, hayatta kalma mücadelesinin verildiği bir coğrafyaya dönüşmüştür. 
Uygurların bölgeye yerleşmesinden başlayarak günümüze kadar ulaşan sorunları tarihsel olarak analiz etmeyi amaçlayan bu çalışmada; ilk olarak Çin Halk Cumhuriyeti’nin idari yapısı ve ülke içerisindeki etnik gruplar, ikinci olarak Doğu Türkistan coğrafyasının tarihi, üçüncü olarak tarihsel süreç içerisinde Çin’in Doğu Türkistan politikası, son olarak da Türkiye ve günümüzde bölgeye olan ilgisi sürekli artan ABD merkezli Batı’nın Doğu Türkistan siyaseti incelenmiştir…
 

Geçtiğimiz aylarda Yüksek Seçim Kurulunun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin iptal edilmesine ve seçimlerin yenilenmesine ilişkin verdiği 6 Mayıs 2019 tarih ve 2019/4219 sayılı kararı çok tartışıldı.

Geçen Şubat ve Mart aylarında fıkıh ile ilgili makaleler yazmamı pek çok hukukçu yadırgadı. 31 Mart 2019 seçimlerini ve özellikle YSK’nın 6 Mayıs 2019 tarihli kararını izleyen günlerde bazı okuyucularımdan “fıkha gösterdiğiniz ilginin yarısını neden İstanbul seçimlerine ve YSK’nın kararına göstermiyorsunuz” diyen sitem dolu e-postalar aldım. Örneğin bu e-postalardan birisinde genç bir okuyucum şöyle diyordu:

“Umarım ben ve benim gibi sizi hocası kabul etmiş yüzlerce genci pek yakında bu konu hakkında bir makaleyle aydınlatırsınız. İsteseniz de istemeseniz de Türk anayasa hukuku doktrininin önemli bir yazarı olan size tarihin yüklediği misyon budur ve bu misyonunuzu size hatırlatmayı bir öğrenciniz olarak kendime borç bilirim”.

Neden İstanbul seçimleri ve YSK’nın 6 Mayıs 2019 tarihli kararı hakkında bir şey yazmadım?

Cevabı çok basit: İçimden gelmedi.

Bu cevabımda da yadırganacak bir şey yok.

Yürürlükteki Türk hukukunu incelemek içimden gelmiyor; çünkü günümüzde Türkiye’de yürürlükte olduğu iddia edilen hukukun, yürürlükte olmadığı bilinen fıkıhtan daha bağlayıcı bir hukuk olduğuna inanmıyorum…

Yargı Reformu Üçüncü Strateji Belgesi kapsamında; ilk aşamada toplam 14 kanunda yasa değişikliğine gidilmesinin amaçlandığı ve bu Taslağın “Yargı Reformu Stratejisi Birinci Paket” adıyla hazırlandığı anlaşılmaktadır. Aşağıda; henüz kanunlaşma aşamasına geçmeyen bu pakette yer alan bazı maddelerle ilgili açıklamalara yer verilmiştir.
1- 5682 sayılı Pasaport Kanunu’nun hususi damgalı pasaportlarla ilgili 14. maddesinde değişikliğe gidileceği ve baro levhasına kayıtlı olmak şartıyla en az 15 yıl kıdemi bulunan avukatlara hususi pasaport verilebileceğinin belirtildiği görülmektedir.
2- Ayrıca;  Pasaport Kanunu’na eklenecek Ek Madde 7 gereğince, milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum ve gruplar ile terör örgütü yapılar ile iltisakı veya bunlarla irtibatı tespit edilenler hakkında yeni bir düzenlemeye gidileceği ve bu durumda olanlara nasıl pasaport verilebileceğine ilişkin hüküm öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Buna göre; milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum, gruplar ve terör örgütü yapılar ile iltisakı veya bunlarla irtibatı tespit edilenlerden, haklarında herhangi bir idari veya adli soruşturma veya kovuşturma bulunmayanlara, kovuşturmaya yer olmadığına, beraatına, ceza verilmesine yer olmadığına, davanın reddine veya düşmesine karar verilenlere, mahkumiyet kararı bulunanlardan cezası tümüyle infaz edilenlere veya ertelenenlere, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilenlere, başvurmaları halinde kolluk birimlerince yapılacak araştırma sonucuna göre İçişleri Bakanlığı’nca pasaport verilebileceği görülmektedir.
 

Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı, 30.05.2019 tarihinde Yargı Reformu Stratejisi Belgesi yayınladı. Bu belge; Yargı Reformu Stratejisi kapsamında yayınlanan üçüncü strateji belgesi olup, ilk belge 2009 yılında ve ikincisi de 2015 yılında hazırlanmıştır.
Hukuk devletinin güçlendirilmesi, hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi ile etkin ve hızlı işleyen bir adalet sisteminin oluşturulmasını amaçlayan 2019 Yargı Reformu Strateji belgesinde dokuz amaç, 63 hedef ve 256 faaliyetin düzenlendiği görülmektedir.
Belgede yer alan dokuz amaç şu başlıklar altında toplanmaktadır:
- Hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi,
- Yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı ve şeffaflığının geliştirilmesi,
- İnsan kaynaklarının nitelik ve niceliğinin artırılması,
- Performans ve verimliliğin artırılması,
- Savunma hakkının etkin kullanımının sağlanması,
- Adalete erişimin kolaylaştırılması ve hizmetlerden memnuniyetin artırılması,
- Ceza adaleti sisteminin etkinliğinin artırılması,
- Hukuk yargılaması ile idari yargılamanın sadeleştirilmesi ve etkinliğinin artırılması,

Türkiye’de hukuk, zaman zaman siyasetle imtihan ediliyor ve maalesef hep sınıfta kalıyor. Sınıfta kalmanın son örneğine geçen Mayıs ayında, Yüksek Seçim Kurulunun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal eden 6 Mayıs 2019 tarih ve 4219 sayılı kararı dolayısıyla şahit olduk.
Hukukun siyasetle imtihan edilmesi kötü bir şey. Hukukun bu imtihanda kalması ise daha da kötü bir şey. Bu nedenle bu imtihanın da ve bu imtihanda kalmanın da bedeli olur. Bu bedeli sadece sınıfta kalan hukuk değil, onu kendisiyle imtihana girmek zorunda bırakan siyaset de öder.
Burada hukukun siyasetle imtihanı, bu imtihanda hukukun sınıfta kalması ve hukukun da siyasetin de neticede bunun bedelini ödemesi olgusunu biri yeni, diğeri eski iki örnek üzerinden açıklamak isterim.

I. Yeni örnek: YSK’nın 6 Mayıs 2019  tarihli “İstanbul seçimleri kararı”
Yüksek Seçim Kurulunun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal eden 6 Mayıs 2019 tarih ve 4219 sayılı kararı, Türkiye’de hukukun sınıfta kalması olgusuna örnek teşkil eden en yeni olaydır.
Türkiye’de hukuk, 6 Mayıs 2019 günü sınıfta kalmıştır.
Bunun bir yandan sınıfta kalan hukuk, diğer yandan da hukuku girmemesi gereken bir sınava sokan güçler üzerinde sonuçları olacaktır. Bunun siyasal sonuçları kısmen de olsa görülmeye başlanmıştır.
 

ARŞİV