Bir asır sonra 1919 sürecinden kesitler

Mehmet Ali Ünal, Elif Gizem Karaoğlu, Fahri Öztekin, Ferit Yücebaş, Recep Temel, Ali Çiftçi, H. Aliyar Demirci, Bekir Koçlar, Ömer Ertürk, Hakan Özdemir, Güler Doğan Averbek, İsmail Güleç, Zafer Özer, Yunus Özel

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Bahar Mektubu

Bir önceki sayının Mektup yazısındaki va’dimiz bu sayının hem 1919’un 100. sene-i devriyesi, hem de 31 Mart Mahallî Seçimleri gibi iki farklı “dosya”yı barındıracağı umudu ile kaleme alınmıştı.

MAKALELER

‘Ötekiler Günü’ bir ırmak. Bin bir yüzü ve bitmez tükenmez ahvali içindeki insana doğru yol alan, şehrin cadde ve sokaklarında çağıldayan bir ırmak ‘Ötekiler Günü.’ Yumuşak, duru ve ılık bir ırmak… Arkları bozmayan, yarları yıkmayan, taşı toprağı sürüklemeyen bir su. İçinden geçtiği bağlara hayat veren, uğradığı beldeleri yuyup arıtan bir ırmak… Köylere, kasabalara, şehirlere; kavaklıklara, bağ ve bostanlara, gül bahçelerine uğrayan. 
Beş bölüm ve yirmi sekiz başlık etrafında biçim kazanan kitap baştan, ortadan, sondan birbirine el veren, ses veren kelimelerle adı konulmamış, gözlere sokulmayan bir şiire yol alıyor; biçimin desteğinde ama daha çok da anlam düzleminde.
 
Tekin Şener’in Ötekiler Günü adlı kitabına, Biz Zaman Hırsızları başlıklı yazıyla giriyoruz. Bu başlık altında, zaman kavrayışımızı gözden geçiriyoruz. Zamanı sayıyor, saydıkça anlam kazandığını farz ediyor, dışımızdaki ve içimizdeki zamanı kayıt altına alıyoruz. Saatimizi ayarlarken kendimizi de ayarlıyoruz. “Bu dönüşler, döngüler, başlangıçlar, bitişler dünyasında; bu yetişmeler, gecikmeler, didişmeler panayırında; kaygılar, ürpertiler, hoşnutluklar, sakinlikler anaforunda en azından bir ayarımız olsun istiyoruz.” Vaktin bizim olmadığının ayırdına varıyor, “Mutlak zamanın” gerçek sahibinden payımıza düşeni ‘aşırıp’ tüketiyoruz. Bunun, bir yönden Prometheus’un ateşi çalmasını çağrıştırdığını düşünsek de aslında yaptığımızın, “sonsuzda kaybolmamak için sonlu, sayılı, ölçülü vakte kaydolmak” olduğunu ve Prometheus’unkine nazaran bizim hırsızlığımızın, ilahi düzlemden kendi zamanımızı ya da ömrümüzü ödünç almak olduğuna hükmediyoruz. Zaman algısı, kozmik öğelerle örülerek, Kur’anî gerçeğe götürüyor bizi. “Güneşin yüzünde gölge ilerledikçe, akrep yelkovanı ısrarla izledikçe, kum ağır ağır boşaldıkça; sonsuz akışta yerimizi bilmek gerektiğini” düşünüyoruz...

Sağlıklı bir toplumun inşası için, toplumu oluşturan tüm aktörlerin el birliği içerisinde hareket etmeleri gerektiğinin yanında, hedeflere ulaşılması için, işin profesyonel ve teknik düzeyde yapılabilmesinin sağlanması ve hükümetlerin toplumu organize edip, yönlendirecek dinamik bir eğitim sistemini de örgütlenmesi gerekir.  Sağlıklı toplum derken aslında nitelikli insandan, nitelikli insan derken de yaşamla barışık, kendini tanıyan, çevresini tanıyan, ilgi, istidat ve kabiliyetlerinin farkında olan ve bu farkındalığın gerektirdiği donanımları kazanmış, sosyal duyarlılığı gelişmiş, benlik krizleri yaşamayan, varoluşsal meselelerini çözmüş, kişilikli bireylerden bahsedilmektedir. Bu niteliklerin hayatiyet bulabilmesi için etkili bir eğitim sistemi ve bu sistem içinde ne yapacağını ve nasıl yapacağını bilen kadrolara ve temel referans noktası bilimsel verileri içkin bir müfredata ihtiyaç vardır.  Bu çalışmalar içerisinde, insanın ontolojik sorgulamalarına cevap bulabilmesini sağlayacak din eğitiminin de hesaba katılması ve bu işin doğru esaslarla, doğru usullerle yapılması gerekir. Konumuz, din eğitimi olduğu için bağlı ayrıntılara inmeden temel problemler üzerinde duralım. 
 
Modern devlet ve eğitim
İlk ve orta çağ dönemlerinde var olan toplumsal yapıların homojen gruplar olması nedeniyle, mensubu bulunan kişilerin şekillenmesi, yine o toplumun benimsediği düşünce ve inançlar esas alınarak sürdürülmüştür. Düşünce ve inanç olarak aynı yapıda olan homojen yapılarda bu durum oldukça normaldir. Aydınlanma dönemiyle birlikte gündeme gelen Modern Devlet aygıtı, eğitim sistemini, kendi soyut kimliği üzerinden inşa etmeye çalışmıştır. Modern devlette, heterojen grupların bir arada problemsiz olarak yaşayabilmeleri, toplumsal normların evrensel yasalar çerçevesinde ve ortak sözleşme ile yürütülmesine bağlıdır. Yasaların oluşum sürecinde tüm kesimlerin ortak payda ve hassasiyetleri dikkate alınır. Din eğitimi hususunda da bireylere özgürlük alanları tanındığı gibi, devletin her din ve buna bağlı yönelimlere eşit mesafede olması da bir kural olarak kabul edilir. Bu yapıda hedeflenen kimlik “vatandaşlık” bilincidir. Sosyal yapıyı kültürel ögelerin şekillendirmesi olağandır ve aynı zamanda gereklidir. Lakin, devlet mekanizması içerisinde hiçbir zümre ve sınıf imtiyazlı olmayıp; devletin her kesime eşit mesafede durması gerekir. Bu durum, sosyal barış, bütünlük, güven ve sağlıklı bir toplumsal yapı için teminattır. İslam’ın Medine dönemi, bu noktada örnek teşkil edebilecek nitelikte bir uygulamayı (Medine Sözleşmesini) gündeme getirmiştir. Lakin, Hz. Peygamberin bu uygulaması daha sonraki dönemlerde ne yazık ki güncellenememiştir. Yaşadığımız bu çağ içerisinde de toplumsal yapılarımız kültürel kodlarını aynı kaynaktan alsa da heterojen yapısını devam ettirmektedir. “Din bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç nasıl ve hangi yöntemle giderilmeli, sağlıklı bir din öğretimi nasıl olmalı ve bu hususta nasıl bir politika oluşturulmalı, din ile kamu düzeni arasında nasıl bir ilişki ve denge olmalı,” gibi zor sorular, gündemimizden çıkmayan ve farklı cevapları olan konular olarak bizi sürekli meşgul edecek gibi görünmektedir. 

İlk olarak başlığın her ne kadar Akçura’nın meşhur eserinden mülhem olsa da aralarında isimden başka benzerlik olmadığını söylemeliyim. İkinci olarak aralarındaki farkın ne olduğunun anlaşılması için konuya siyasetin tarifi başlayayım. Sözlüklerde “bir nesneyi düzgün ve iyi durumda bulunması için özenle gözetip korumak; hayvanı ehlileştirmek, atı terbiye etmek” gibi anlamlara gelen siyâset, genel kabul olmuş şekliyle toplumun işlerini üzerine alma, yürütme, yönetme işi, insan topluluklarını yönetme sanatı olarak tarif edilir.
Hz. Peygamber’in hadislerinde de “at terbiye etme” ve “halkın işlerini yönetme” olarak geçen siyaset bir anlamda insanların hayatlarını biçimlendirme, sınırları belirlemek, kısaca onları yönetmek demek. 
Siyasetten bahsedebilmek için dört unsurun bir araya gelmesi gerekir. Biri imam, halife, sultan veya emir olarak geçen yönetici. İkincisi ümmet, millet, teb’a, halk ve toplum olarak isimlendirilen yönetilenlerdir. Üçüncüsü bu yönetme işinin yapıldığı siyasi organizasyon yani devlet, dördüncüsü de üzerinde halkın yaşadığı ülke veya yurt denilen topraklardır. 
İslâm düşünce geleneğinde siyaset Allah, insan, toplum ve tabiat arasındaki ilişkiye dair İslâm’ın varlıkla ilgili tasavvuruna dayanır. Konu tarih boyunca fıkıhçılar, kelamcılar, felsefeciler, sosyologlar tarafından edep ve siyasetname başlıkları altında tartışılmış ve nasıl olacağına dair çeşitli görüşler ileri sürülmüş. Mutasavvıflar ise konuyu ulemadan biraz daha farklı yaklaşarak tartışmayı farklı bir zemine taşımıştır. Onlar şekil ve usulden daha çok ihlas ve samimiyete bakmışlar, olan bitenleri ve gördüklerini kendi zaviyelerinden tevil etmişlerdir. Yoksa yeni bir sistem öne sürmek veya mevcut sistemleri eleştirmek gibi bir amaçları yoktur. Ne demek istediğimizi bir misal vererek izaha gayret edeyim…

Mısır’ın Osmanlı Devleti’nden ayrılışı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan sonra Kahire’de doğan, büyüyen ve orada bir kültür muhiti oluşturan Türkler’in özellikle Türk edebiyatı sahasındaki faaliyetleri uzun yıllar göz ardı edilmiştir. Orada oluşan Türk muhitinin kültür ve sanata katkılarının son döneme kadar üzerinde çok durulmadığı, Mısır’da Türkçenin izlerinin Mehmet Akif Ersoy gibi genellikle Türkiye’den Mısır’a gidenler üzerinden ele alındığı anlaşılmaktadır. Mısır’da oluşan Türk muhiti ve orada yaşayan Türklerin kültürel katkılarını kapsamlı bir şekilde ele alan ve Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları adını taşıyan ilk çalışma, Prof.Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından 2006’da neşredilmiştir. Daha sonra Arapça ve İngilizceye tercüme edilen söz konusu çalışma, Mısır’da basılan Türkçe eserlerin ve süreli yayınların detaylı bir listesini de ihtiva etmesi bakımından ayrıca önemlidir. 
Mısır’daki Türk muhitindeki edebî faaliyetler hakkında Türkiye’de yapılan çalışmalardan birinde Ömer Rıza, Mısırlı şair Aişe İsmet Teymur’u tanıtmaktadır (Ömer Rıza 1330). Bu konudaki erken çalışmalardan biri de Prof.Dr. M. Ali Yekta Saraç tarafından kaleme alınan “Türk Edebiyatının Mısır’da Unuttuğu Bir Şair Aişe İsmet Teymur” başlıklı makaledir (Saraç 1995). Daha sonra yine Prof. Saraç tarafından “Mehmet Akif’in Gölgeleri’nin Arapçaya Tercümesi ve İbrahim Sabri Efendi” adıyla Mısır’da yaşayan ve Türkçe şiirler yazan İbrahim Sabri ve onun Arapçaya tercüme ettiği Safahat’ın son kitabı Gölgeler etraflı bir şekilde ele alınmaktadır (Saraç 1997). Sonraki yıllarda da Mısır’da yetişen Türk edipler hakkında bazı çalışmaların yapıldığı görülmektedir…

Şark meselesi’nden Makedonya meselesi’ne
 
Napolyon’un Mısır seferi ile başlayan çalkantılı dönemi sona erdirmek gayesiyle Avusturya Başbakanı Matternich’in girişimleri ile Viyana’da bir barış konferansı düzenlendi (9 Haziran 1815). Osmanlı Devleti, kendi toprak bütünlüğünün pazarlık konusu yapılması endişesiyle kongreye katılmadı. Rusya’nın etkisiyle Osmanlı topraklarında yaşayan Hristiyanların durumu kongre gündemine getirilmiş ve bu durum “Şark Meselesi” (Eastern Question) adıyla uzun yıllar tartışma konusu olacak şekilde dünya gündemine girmiştir. Şark Meselesi, Büyük Devletler arasındaki güç dengesi sağlanıncaya kadar Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünün korunması, ikinci aşamada bir Müslüman egemen olarak Hristiyan Avrupa halklarının Osmanlı hakimiyetinden “kurtarılması”, son aşamada ise Osmanlı Devleti’nin tüm topraklarının paylaşılması olarak uygulandığı görülmüştür. Campo Formia Antlaşması ile başlayan ve Balkanların yanı başında cereyan eden olaylar, Osmanlı Devleti’nin pek çok iç ve dış sorunla uğraşmak zorunda kaldığı bir dönemde meydana gelmişti.
 
Osmanlı Devleti’nin Doğu Avrupa’yı büyük ölçüde hakimiyeti altına alıp, Viyana önlerine kadar gitmek suretiyle Orta Avrupa’yı da tehdit etmesi şüphesiz bu kıtada önemli bir etki bıraktı. Beylikten imparatorluğa dönüşerek, Doğu Roma’nın halefi olarak “Avrupâ-i Osmânî” veya Rumeli’nde yüzlerce yıl sürecek hakimiyet kurmuştur. Deringil’in ifâdesiyle Osmanlı Devleti, Düvel-i Muazzama arasında, milyonlarca Hristiyana hükmeden tek Müslüman devlet, “Müslüman dünyasının Roması” idi. Ancak bu durum Avrupalılar gözünde bir “anomali”, “aslında uşak olması gereken bir efendi” ve “nihâi öteki” olmaktan kurtarmıyordu onu.

Kutlu millet ideali
İslâm inancını kabul eden her insan, İslâm’da sınıflar ayrılığının olmadığını da beraberinde kabul etmiş ve Efendimiz’(a.s.)in Veda Hutbesi’nde buyurduğu; “Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” sözleri, dünya üzerinde yaşayan tüm Müslüman’ların kardeş ve dolayısıyla tek bir millet olduğunu göstermiştir. Ki, bu kardeşlik, Allah û Teâla’nın, Kur’ân’da buyurduğu; “Müminler ancak kardeştirler…” (Hucurat Sûresi-10. Âyet-i Kerime) âyetiyle de sabittir. 
Bu bağlamda, Sezai Karakoç, millet kavramına yüklediği anlamı, İslâm’ın millet kavramına yüklediği bu anlamla destekleyerek millet ve medeniyet kavramlarını bir bütün olarak ele alır ve Batı kavmiyetçiliğinden ayrılan yönlerini şöyle açıklar: “İslâm Medeniyetinin toplumunun bir ismi vardır: İslâm Milleti. Evet, biz bir milletiz. Yani İslâm inancını taşıyan ve İslâm Medeniyetine dâhil olan bütün insanlar, ırkları ne olursa olsun, Arap, Türk, Kürt, İranlı, Arnavut, Boşnak v.b. olsun hepsi bir millet teşkil ederler. Hâlbuki Batı’da, böyle değil. Batı’da, kavimcilik (nasyonalizm) esastır. Nasyonalizm (nationalisme), Türkçeye çevrilirken, milliyetçilik kelimesiyle karşılaşmışlar; ancak bu, aslında yanlış bir çeviridir. Fransa’da Franklık, İngiltere’de İngilizlik, Almanlarda Almanlık, Cermenlik, toplum için temel birlik sebebi kabul edilmiştir. Hâlbuki: bizim medeniyetimizde, Araplık, Türklük ve İranlılık esastır dememişlerdir, bunu esas kabul etmemişlerdir. Esas olan, inanç ve medeniyet beraberliğidir. Sadece inanç değil, aynı zamanda medeniyet beraberliği. Çünkü ahlâk, güzel sanatlar, güzellik idealine ilişkin her oluş, doğruluk anlayışımız, bilimlerimizle, hayat tarzımızla, yani hepimizin yaşantısının her vechesiyle aynı medeniyete mensubuz.”…

Kurtuluş Savaşı’nın önemli komutanlarından Kazım Karabekir Paşa, görev yaptığı, gezdiği ve gördüğü yerler hakkında gözlemlerde bulunup bunu yazıya döken asker siyasetçi bir kişidir. 19. Yüzyılın son çeyreğinde 2. Abdülhamit’in açtığı modern okullarda yetişen kuşaktandır. Karabekir de kendi kuşağındaki diğer eğitimli kişiler gibi Türkiye’nin değişiminde rol oynamış bir kişidir. Kuşağındaki diğer aydın-asker-siyasetçiler gibi o da bir kültür insanı özellikleri göstermektedir. Kişisel hayatı ile ilgili ayrıntılı notlar tutma yanında yaşadığı, gördüğü yerleri tetkikçi bir gözle inceleme ve tanıma merakı onda yüksek düzeydedir. Bu yönüyle gördüklerini yazıya dökerek tarih disiplinine katkıda bulunmuştur. Kazım Karabekir, Kurtuluş Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde görev yaptığı için Kuzeydoğu Anadolu Bölgesini iyi tanımaktadır. Merkezi Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanlığı ve Doğu Cephesi Komutanlığı sırasında Gümüşhane ve ilçelerini de görmüş ve gözlemlerini ayrıntılı olmasa da yazıya dökerek hatıralarında yer vermiştir. Hatıralarından öğrenildiğine göre 1919 yılında Kurtuluş Savaşı’nın başında bir defa, 1923 yılında Kurtuluş Savaşı’nın hemen ertesinde iki defa olmak üzere üç defa Gümüşhane’den geçmiştir. Karabekir, hatıralarında 1919 yılında Kurtuluş Savaşı hazırlıkları için Erzurum’a giderken yaptığı gözlemlerine, 1923 yılı gözlemlerine göre biraz daha uzun yer vermektedir…  

Yeni bir hükümet sisteminin benimsendiği 2017 Referandumunun, bu hükümet sisteminin ilk parlamentosunun ve Cumhurbaşkanının belirlendiği 24 Haziran 2018 genel seçimlerinin ardından, mahalli seçimlerle bir serinin sonuna geldik. Bu seçimlerin ardından 4,5 sene seçim yapılmayacak olmasının da tesiriyle süreç çekişmeli geçti.  Kimi yorumcular Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin mahalli idareleri artık önemsizleştirdiğini öne sürdü. Oysa mahallî idarelerin anayasadan kaynaklanan tüzel kişiliği, devlet tüzel kişiliğinden farklı bir tüzel kişiliğe dayanması, karar ve yürütme organlarının “genel oya” dayalı olarak oluşması ve yaklaşık 35 senedir kendi başlarına varlık gösterebilecek gelir kaynaklarına sahip olması,  bu iddiayı peşinen hükümsüz kılacak kadar açıktı. Ayrıca belediyeler Türkiye’de de siyasetçi sınıfının çıkış yapabileceği önemli bir mecra olma hususiyetini sürdürmekteydi. Seçimden hemen sonra mazbatasını alan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanının Meclis oturumlarını internetten canlı yayımlatmaya başlatması, bunun yol ve yöntemlerinin günümüz dünyasında daha da fazla olduğunu göstermekteydi.…

20.yüzyıl, çok uluslu imparatorlukların tarihten silinip yerlerine ulus devletlerin ikame olduğu bir dönemdir. Bu yeni tip devletlerin mümeyyiz vasfı, “İstiklâl-i Tam” niteliğini haiz olmalarıdır. Bir tamlama olan “İstiklâl-i Tam” kavramının bugünkü ifadesi “Tam Bağımsızlık”tır. “Bağımsız” kelimesine Türk Dil Kurumu iki anlam vermektedir. Bunlardan ilki “Davranışlarını, tutumunu, girişimlerini herhangi bir gücün etkisinde kalmadan düzenleyebilen, özgür, hür” varlık; ikincisi ise “Herhangi bir kuruluşa, partiye bağlı olmayan kimse” şeklindedir. Tam Bağımsızlık kavramı daha çok ilk anlamıyla değer kazanmaktadır. Zira gerçek kişilerin yanı sıra bir tüzel kişi olarak devletin de meşru organları vasıtasıyla hür iradesini ortaya koyabilmesi varlığının en önemli unsurlarından birisidir.
İstiklâl-i Tam, Milli Mücadele’nin öncüsü Mustafa Kemal’in de karakterinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla yoğun bir mücadele sürecinden sonra inşası mümkün olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de temel vasıflarından biri “Tam Bağımsızlık” olmuştur.  Yalnız “Tam Bağımsızlık” kavramı tek boyutlu bir kavram değildir. Bizatihi Mustafa Kemal’in ifadesiyle “Ulusal topraklarımızın düşmanlardan tamamıyla kurtarılması, ulusal sınırlarımız içinde siyasî, malî, ekonomik, adlî, kültürel” bağımsızlık anlamlarını da kapsar. Tam bu noktada Mustafa Kemal’in İstiklâl-i Tam fikrinin bir boyutunu oluşturan iktisadî/malî veçhesi tarafımızdan araştırma konusu olarak seçilmiştir…

Millî Mücadele döneminde Anadolu’nun tamamında olduğu gibi Antep’te de millet ve memleketin kurtarılması için hassasiyet bulunduğu ve müşterek bir gayeye, “millî hâkimiyete” doğru hep beraber hareket edilmesi gerektiği fikirleri kuvvet bulmuştur (Sakin, 2004: 230-231).

Türkiye’de millî hâkimiyet düşüncesinin şekillenip olgunlaşması ve yeni yönetim olarak karşımıza çıkması meşakkatli bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Bu bağlamda Osmanlı Devleti’nin Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ile varlığının sona ermesi üzerine yaşanan var olma mücadelesi bu sürecin temel dayanağını oluşturmuştur. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Anadolu, İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmeye başlandı. Mustafa Kemal Paşa’nın ülkeyi işgalden kurtarıp yeniden tam bağımsızlığa kavuşturmak için başlattığı mücadele, bir nevi millî hâkimiyet mücadelesi olarak da değerlendirilmektedir (Ata, 2008: 82-83). Bu mücadelede halkın ortak hareket etme çabası ve liderlerin de halkı birlik haline getirme gayretleri millî iradenin temel bulmasında önemli bir paya sahiptir (Sakin, 2004: 231).

1. Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti’nin Kuruluşu

Yüzyıllar boyunca Osmanlı/İslam toplumunda, çoğunluklada geleneklerin etkisiyle kadın yaşamın birçok alanında görünür değildi. Fakat II. Meşrutiyet Dönemi’nde kadınların yaşam tarzında ciddi değişiklikler oldu. Kadının eğitim düzeyi, iş yaşamındaki konumu, ailedeki yeri ve kılık kıyafeti baştan aşağı sorgulanarak tekrar kurgulanmaya başlandı. Modernleşme alanındaki çoğu gelişmenin öznesi olmaya başlayan kadının hak ve görevleri basın ya da cemiyetler aracılığıyla dile getirildi. 1908 Jön Türk devriminden sonra kadınları toplum hayatına alıştırarak onların haklarının savunuculuğuna soyunan cemiyetlerin başında Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadınlarının Haklarını Savunma Derneği) geldi.

27 Mayıs 1329 (9 Haziran 1913)’da İstanbul Binbirdirek’te Kadınlar Dünyası Gazetesinin bürosunda Nuriye Ulviye Mevlan (Civelek) tarafından kurulan cemiyet, öncelikle kadınların toplumsal bir rol kazanırken eğitilerek iş hayatında kesinkes yer almaları gerektiğini öne sürdü. 1882’ye kadar nüfus sayımlarında bile adı geçmeyen Osmanlı kadınının ekonomik ve gündelik hayatta yer alması gerektiğini dile getiren disipline olmuş ilk cemiyet Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti idi. Cemiyetin önde gelen isimleri, kadın hürriyetiyle “bütün heyet-i içtimaiyelerin şeklinin değişeceği” tezini savundu. Cemiyet, kuruluş gayesini şu üç ana unsur üzerine inşa etti: “Kıyafet-i hariciye-i nisvanın ıslahı, hayat-ı mesainin ihyasıyla kadınlıktaki sefaletin tahfifi, maarifin tamimiyle nisvanda seviye-i irfanın i’lası”…

Demokrasi Tarihimiz
Tanzimat ve Yeni Osmanlılar
Türkiye’de demokrasinin tarihini Sened-i İtttifak’a kadar götürenler varsa da esas itibariyle demokrasinin Tanzimat’la başladığı ileri sürülür. Tanzimat’la birlikte vilâyet meclislerinin kurulması ve bu meclislerin üyelerinin bir kısmının seçimle göreve gelmesi demokrasiye ilk adım olarak kabul edilir. Ancak gerçek manada demokrasi alanındaki ilk adım Genç Türkler denilen Ziya Paşa, Namık Kemal ve Mithat Paşa neslinin başlattıkları ve 1876 yılında I. Meşrutiyetle sonuçlanan meşrutiyet hareketidir. Demokrasi geleneğimizin yüz yılı aşmış olmasına rağmen demokrasi kültürümüzün arzu edilen seviyenin çok altında olduğunu kabul etmek icap eder. Bunun temel sebebi bugünkü liberal demokrasi düşüncesini geliştiren Avrupa ile farklı bir tarihi gelişim çizgisine sahip olmamızdır. Batıda demokrasinin gelişimi esas itibariyle sınıflar arası mücadeleye dayanmaktadır. Toprak mülkiyetini elinde tutan aristokrasi ile güçlü ruhban sınıfına karşı zenginleşen burjuvazi işçi ve köylüleri yanına alarak siyasi hakları elde etmek için mücadele etmiş ve bu hareket Fransız ihtilaliyle sonuçlanmıştır. Bizde ise Batıdaki gibi kesin hatlarıyla birbirinden ayrılan sınıflar ve sınıflar arası bir çatışma olmamıştır. İslamiyet’ten önce Orta Asya’da Türk toplumunda aristokratik bazı oluşumlardan söz edilirse de bunun Batıdaki kadar katı bir sınıf yapısı teşkil edecek nitelikte olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim İslamiyet’le birlikte bu yapı tamamen ortadan kalkmış ve hukuken birbirinden farklı sosyal sınıflar yerine sosyal hareketliliğin hâkim olduğu sosyal tabakalaşmaların dışında bir yapılanma olmamıştır. Bunun temel sebebi Batı’daki gibi bir toprak mülkiyetinin olmayışıdır.

Millî Mücadele dönemi, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya ayak bastığı 19 Mayıs 1919 yılı ile Cumhuriyet’in kurulduğu 29 Ekim 1923 yılları arasını kapsamaktadır. Bir milletin kaderinin şekillendiği, büyük ve geniş çapta askerî ve siyasî kararların alındığı, Türk milletinin istiklaline ve istikbaline karar verildiği bir dönemin adıdır Millî Mücadele. Bu dönem her ne kadar tarih aralığı olarak 1919-1923 yılları arasındaki kısa bir dönemi kapsamış gibi görünse de millî mücadele ruhunun şekillenmesi ve oluşması daha uzun ve daha geniş bir zaman dilimini içine almaktadır. 1919 yılı öncesinde Osmanlı coğrafyasında yaşanan askerî ve siyasal hadiseler ya da bir başka deyişle hezimetler ve bu hezimetlerin neticesinde diri ve zinde tutulmaya çalışılan bağımsızlık ve mücadele düşüncesi, millî mücadele ruhunun şekillenmesinde ve oluşmasında etkili olmuştur.

Bölgesel olarak değerlendirip tahlil ettiğimizde -Millî Mücadele döneminin öncesinde olmakla beraber- Terekeme-Karapapak Türklerinin Anadolu’nun doğusunda askerî, siyasî ve kültürel olarak vermiş oldukları mücadele, çeşitli noktalarda göstermiş oldukları gayret, sonraki yıllarda bölgede millî mücadele ruhunun teşekkülünde önemli rol oynamıştır.

Sultan II. Abdülhamit zamanında çeşitli askerî ve politik mülahazalarla 1891 yılında fiilen kurulan Hamidiye Alayları içerisinde Terekeme-Karapapak Türklerinden oluşmuş olan birlikler tesis edilmiştir. Bu birliklerin reisleri Mihrali Bey, Abdülkadir Bey, Binbaşı Kahraman ve Taştan Beylerdir. Bu isimler arasında özellikle Mihrali Bey’in mücadelesinin ve hayatının, yöre halkının bağımsızlık ruhunun şekillenmesinde çok önemli bir yeri vardır. Bugün bile Terekeme-Karapapak Türkleri arasında Mihrali Bey’in kahramanlıkları ve destansı mücadelesi anlatılagelmektedir. İşte bu mücadele azmi ve bağımsızlık anlayışı, askerî bağlamda millî mücadele ruhunu şekillendiren ve oluşmasını sağlayan etmenlerden biridir…

ARŞİV