Postmodernizmin kuramsal kökleri ilk defa 1960’ların sonlarında Fransa’da ortaya çıkan ve 1970’lerde gelişen postyapısalcı felsefede bulunmaktadır. Bu on yılın sonunda önceleri ayrı olan postmodernizm ve postyapısalcılık kavramları birleşti. Bu konudaki kritik metin 1979’da çıkan Jean-François Lyotard’ın La Condition Postmoderne: report sur le savoir (Postmodern Durum: Bilgi Raporu)’dir. Eserinde Lyotard postmodernizmi “üstanlatıya karşı şüphecilik” olarak tanımladı. Tarihsel bağlamda Jacques Lacan (psikanalist), Hayden White (fikir tarihçisi), Jacques Derrida (filozof/eleştirmen) gibi yazarlar bu akımın öne çıkan isimleriyken, tartışmasız asıl tesiri Michel Foucault (1926-1984) yapmıştır. Nevar ki Foucault her zaman postmodernist ya da postyapısalcı olmayı reddetti ve aslında bu terimlerle onu tanımlayan herkesle alay ettiyse de bu onun için postmodern bir şakadan daha fazlası değildi; kimse postmodernizmi kurmak için entelektüel bir varlık olarak ondan daha fazla çalışmadı. Foucault, her zaman, dilbilimsel bir çerçevede ve söylemle oluşturulan (bu anlamıyla terimi popüler kılmıştı) her yere nüfûz etmiş güç ilişkilerine dair bir kavramı çalışmayı tercih etmiş, delilik, tıp, sosyal bilimler, ceza sistemleri ve cinsellik gibi bir dizi geniş temayı incelemiştir. Bunların hepsi hakkında da söyleyecek ilginç şeyleri vardı. Yayıncıları onun 20. Yüzyılın en etkili düşünürü olduğunu iddia etmektedir. Onun yaklaşımının geçerliliğini kabul etmeyip ancak eserlerinde yararlı bilgiler bulmuş olanlar gibi postmodern duyarlılığa sahip tarihçilere de başlıca ilham kaynağı olmuştur…
Kış Mektubu
2009 senesi Yaz sayısının (98. Sayı) “dosya” mevzuu da Doğu Türkistan ve bahusus 5 Temmuz (2009) günü Urumçi’de i’ka edilen korkunç katliâmdı. “Kızıl” kapitalist Çin Hükûmetinin onlarca yıldır fâsılasız biçimde sürdürdüğü asimilasyon ve yahut imhâ siyasetine karşı direnen; zulmün, eziyet ve işkencenin envaına karşı insanî ve millî varlığını ayakta tutma mücadelesi veren Doğu Türkistanlı vatan perverlerin yüzlercesi o şeâmetli 5 Temmuz’da kurşuna dizilerek veya linç edilerek katledilmişti.
MAKALELER
Bir süredir Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın sigaranın haram olduğu yolundaki açıklamalarını dinliyoruz. Örneğin son olarak 16 Şubat 2019 günü din görevlileriyle yaptığı bir toplantıda Sayın Ali Erbaş, “sigara haramdır ve her birimiz sigaranın haram olduğunu milletimize anlatmalıyız” demiştir. Diyanet İşleri Başkanının sigaranın haram olduğu yolundaki açıklamalarına karşı İslâm hukuku uzmanlarından gelen güçlü bir tepki görmedim. Ortaya çıkan boşluğu bir nebze de olsa doldurmak istedim. Bu küçük makaleyi bunun için yazdım. Öncelikle belirtmek isterim ki, sigaranın gerek içene, gerekse çevredeki kişilere verdiği pek çok zarar vardır ve kanun koyucu tarafından Anayasamızın 13’üncü maddesinde öngörülen şartlara uygun olarak belli yerlerde içilmesi yasaklanabilir. Nitekim Türkiye’de 7 Kasım 1996 tarih ve 4207 sayılı Tütün Ürünlerinin Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanunla belli yerlerde sigara içilmesi yasaklanmıştır. Ayrıca belirtmek isterim ki belli yerlerde sigara içilmesinin kanun koyucu tarafından yasaklanması gerektiğini ve böyle bir yasağın Anayasaya uygun olacağı görüşünü savunan Türkiye’de ilk akademik makaleyi, bundan 30 yıl önce ben yazdım. 30 yıldır sigaranın zararlı olduğunu ve başkasına zarar verme ihtimalinin bulunduğu istisnasız her yerde yasaklanması gereğini savunuyorum. Vakıa şu ki günümüzde başka medenî ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, pek çok yer ve koşulda sigara içilmesi yasaklanmıştır. Belli yerlerde sigara içilmesi yasaktır; peki ama haram mıdır?..
Bu makalede, Boşnaklar’dan ve bunların vatanından bahsederken, Bosna, Hersek, Dalmaçya, Kırayina ve Sancak olarak bilinen topraklar kastedilmektedir ve bunların tümü makalede sadece “Bosna“ olarak anılacaktır. Bu topraklar, son üçbin yıl boyunca hep çatışma ve karmaşa alanı olmuştur. Boşnaklar’ın bir millet olarak ortaya çıkışından sonra ise, gerek içerideki çatışmalar, gerekse de dışarıdan olan müdahaleler çok kanlı olmuş ve her türlü acı yaşanmıştır. Buna rağmen Boşnaklar, vatanlarını sevmekten ve bu uğurda büyük fedakârlıklara katlanmaktan aslâ vazgeçmemişlerdir. Bu itibarla, Boşnaklar’ı ve Bosna’yı incelemek ve bilmek, en azından büyük bir ibret dersi olarak, çok faydalı olur. Kaldı ki, bu araştırmada tarihin karanlıkta kalmış bâzı gerçekleri de ilk defa olarak ortaya konacaktır.
Avrupa’daki bâzı siyasî odaklar tarafından Boşnaklar’a yöneltilen gerçek dışı ıddıalar vardır: siz tam yerli değilsiniz ve siz esasta İslâv ırkındansınız. Her iki iddia temelsizdir. Çünkü, Avrupa’da “tam yerli“ diye herhangi bir millet yoktur. Tarih, günümüz hâkim halklarının Avrupa’ya bir yerlerden gelmiş olduklarını söylemektedir. İslâv halkları da zâten Avarlar ile beraber gelmiştir ve Boşnaklar’dan “daha yerli“ sayılamazlar. Öte yandan, Balkanlar’daki bütün halklar birbirleri ile karışmıştır. Boşnaklar’ın İslâvlarla karışmış oldukları belli olmakla beraber, farklı ve özgün bir ekin, medeniyet ve tarih sahibi oldukları da açıktır. Şurası bir gerçektir ki Boşnaklar özgün, şerefli ve haysiyetli bir millettir...
Fernand Braudel, Romalıların “mare nostrum” (bizim Akdeniz) dediği denizden, Akdeniz’den bahsederken, bu eski denizin solması ve yapraklarını dökmesinden de bahseder. Fakat o hazan mevsiminde bile, meyvelerini sunmuştur Akdeniz: Sonbahar meyvelerini. Katıksız bir Hristiyan olan hazret, onca hakperestliğine rağmen denizin kuzeyindeki meyveleri sıralarken pek tabii ki, güneydeki meyvelere değinmez. Bu durumda benim de, Güney Akdeniz’i Türklük ve İslamlığa açan Gazi Hünkârdan bahsetmeden geçmem pek tabii ki uygun düşmez. Türk Akdeniz ilk ve son meyvelerini sunarken akla gelen ilk isim odur. Üzerimizde tesirleri hâlâ devam eden bu adam da tıpkı diğer muadilleri gibi, sadece bizim için değil, muvafık ve muhalif her kesimin mutlak surette dikkat kesildiği biri. O kadar ki, bu kıratta biri, bu denizin gördüğü ve bundan sonra da bir benzerini asla görmediği ve muhtemelen de göremeyeceği bir zirve şahsiyet olarak daima hafızalardaki yerini koruyacaktır.
Yavuz Sultan Selim’den bahsediyorum. Yahya Kemal’in, “Cihangir Selîm-i Evvel’in odası o kadar küçük ve sade ki; uzun seferlerinin birinde konduğu fakîrâne bir han odasını andırıyor. Zannediyorsunuz ki eyerlenmiş atı yanı başındaki kapıda beklemektedir. Büyük pâdişâh kısa bir istirahatten sonra hemen çıkıp gidecek” şeklinde bahsettiği Topkapı Sarayı izlenimlerindeki Yavuz karesi böyle. Aynı zamanda büyük bir müverrih de olan bu büyük şairimiz, diğer padişahlar için benzer ifadeleri kullanmaz. Tâcü’t-Tevârih yazarı ise bu Gazi Hünkâr için, “çağının hükümdarlarının gidişine uymaz, derviş yaratılışlı bir şah idi” der. Sahiden de öyleydi: Mustarip, derviş meşrep ve yalnız bir hükümdar…
Amerika topraklarında İngiltere ve Fransa arasında büyük bir sömürge paylaşımı mücadelesi bu iki büyük devlet arasında 7 yıl sürecek olan bir savaşa neden oldu. Her ne kadar bu savaştan İngilizler galip olarak çıkmış olsa da ekonomik açıdan İngiltere’nin kaybı büyük oldu. Bu durumun da etkisiyle Amerika kolonilerinden çeşitli isimlerle vergi almaya çalıştı İngiltere. Ancak her bir vergiye karşı çıkan Amerikalılar sonunda “Boston Çay Partisi” adı verilen bir protesto hareketi ile isyan başlatmış oldular. Doğu Hindistan Şirketinin çaylarını Amerika’ya getirmiş olan İngiltere yaklaşık 100 kişinin isyan hareketi ile karşılaştı. “Sons of Liberty” adı verilen gizli bir örgütün düzenlediği protestoda gemideki çaylar denize döküldü-isyancıların başı Samuel Adams’tı (ironik bir şekilde ileride sonraki dönem isyancıların en çok karşısında olacak olan adam). İngiletere’nin buna tepkisi sert oldu ve “Intolerable Act” adı verilen kanunla katı yaptırımlar getirildi. Tüm bunlarla mücadele etmek için 1774 yılında ilerde ABD’ni kuran ve anayasayı yapacak olan kurucu babalar bir kongre düzenledi. Birçok eyalet temsilcisi de bu kongreye katıldı. Kongrede kolonilerin kendilerine ait karar verme yetkilerinin ve yasadışı olarak konulan vergilerin sadece kendilerince hazırladıkları yasalarla mümkün olacağı belirtildi. Ardından başlayan Amerikan Bağımsızlık Savaşı kısa zamanda her yere yayıldı. 1776’da Philadelphia’da 2. kongre toplandı. En sonunda taraflar anlaşarak 4 Temmuz 1776 yılında bağımsızlık bildirgesi yayınlandılar. Bu savaşın galibi Fransızların da yardımı ile Amerikan kolonileri oldu; 1783’te imzalanan Paris Barış Antlaşmasıyla, Amerika Birleşik Devletlerinin bağımsızlığı resmen kabul edildi. 1787 yılında hazırlanan federal anayasa ile de 1789’da George Washington kurulan birleşik devletin ilk başkanı seçildi. Devrim liderleri de bu yeni kurulan bağımsız devletin kurucu hükümetinde görev başına geçtiler.
Anayasanın yapılışına giden bu sürecin kısa hikâyesinden sonra konumuzun esasını oluşturan anayasanın yapılışı ışığa çıkmamış yönleri ile bu makalede anlatılacaktır…
Ressam Albrecht Altdorfer’in
“Büyük İskender’in Meydan Muharebesi“ Tablosu Üzerinden İktidar ve Meşruiyet
Kaanûni Sultan Süleyman kirpiğinin ucuyla kıtaları birleştiren bir Cihan Padişahı’ydı. Ona Avrupalılar, “Muhteşem Süleyman” diyorlardı; Türk halkı ise “Kaanûni” lâkabını uygun görmüştü. Sultan Süleyman, “Kaanûni” lâkabını hak etmişti; çünkü o, Osmanlı şeriatının/hukukunun kodifiye edilmesini yani Hanefi hukuku ile Türk örfi-sultanî hukukunun bağdaştırılmasını sağlamıştır. Kaanûni, kanunların eksiksiz uygulanmasını temin ettiği ve hukukun üstünlüğüne başta kendisi inandığı için “Kaanûni” olmuştur.
Will Durant’ın İnsanlığın Kültür Tarihi başlıklı eserinde vurguladığı üzere, yürümekte olan davalarla ilgili Kadıların gayreti, yargılama süreçlerinin hızı ve davaların olabildiğince kısa zamanda hükme bağlanması o dönem Fransız gözlemcilerinin dikkatini çekmiştir. Durant, saygın İngiliz tarihçilerinden naklen diyor ki; “Osmanlıların ilk dönemlerinde olduğu kadar, Avrupa’nın hiçbir ülkesinde hukukun uygulanmasına ihtimam gösterilmemiştir.”
Devlet hukuk demektir ve hukuk aklın en gelişmiş şeklidir. Kant, devleti insanların hukuk kuralları altında birleşmeleri, şeklinde tarif etmektedir. (“Die Vereinigung einer Menge von Menschen unter Rechtsgesetzen”.) Kanaatim odur ki Cihan Padişahı da devleti hukuki normlarla bağlanmış bir otorite olarak anlıyordu. Belki de bu sebepten Martin Luther, o gün için, “Dünyanın hiçbir yerinde Türklerin rejiminden daha iyi bir rejim yoktur” diyecektir…
Teorik olarak psikoterapide anlamı konuşmak, “anlamsızlık” ve/veya “hayatın anlamı” sorularının psikopatolojide ne kadar yer tuttuğu ve psikoterapötik yardımla bunun nasıl üstesinden gelinebileceği üzerinde durmak gibi başlıklarda ilerleyebilir. Bu başlıkların şah teorisyeni, varoluşçu yaklaşımını dürtüsellikten ve gelenekten uzaklaşan modern insanın yaşadığı “varoluş vakumu” ve anlam arayışı üzerine oturtan Viktor Frankl’dır.
Frankl’ın varoluşçuluğu
İnsandaki en hakiki ve halis arzu, olabildiğince anlamlı bir hayat yaşama veya bir varlık sürdürmedir. Modern zamanlarda yaygın bir olgu olan “varoluş boşluğu”, insan soyunun tarihinin başlangıcından bu yana uğradığı iki kaybın sonucudur. Tarihsel süreç içinde insan, temel hayvansal içgüdülerinin bazılarını yitirmiş ama bu arada, hayvan davranışlarını yönlendiren, ona otomatikman güvenlik sağlayan bazı özelliklerinden de sonsuza kadar yoksun kalmıştır. İnsanlaşmasından beri artık bu varlık, zihnini devreye sokarak duruma göre tercihler yapmak ve karar vermek zorundadır. Modernlikle birlikte bu kayba bir başkası daha eklenmiştir; adeta insanın ikinci tabiatı olan, geleneksel kültür de insana bir katkı sağlamamaya, davranışlarına payanda olmamaya başlamıştır…
Yunus Emre, asırları aşan şöhretini neye borçlu? Asırlar boyunca tazim ve takdis ile yâd edilmeyi ve ebediyete irtihalinin üzerinden yedi asır geçmiş olmasına rağmen hala hakkında konuşulmayı neden hak ediyor? Bu soru ilk bakışta art niyetli veya demonik olarak görülebilir fakat bu sorunun esas ehemmiyeti daha önce çok az sorulmuş olmasıdır. Yunus Emre ile ilgili yazılan ve söylenenlerin çokluğu ve bu çokluğun esasında benzer sözler ve tekrarlarlardan ibaret olması, Yunus Emre ile ilgili söylenebileceklerin birkaç başlıktan ibaret olduğu şeklinde bir kanaatin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu tarihi şahsiyetle ilgili bir söz söylemeye niyetlenen kişiyi bekleyen en büyük zorluk, artık klişeleşmiş olan birkaç ifadenin dışına taşabilmektir. Bunu yapabilmek için belki de öncelikle Yunus Emre ile ilgili sorgulamalarımıza farklı bir noktadan başlamamız gerekiyor. “Yunus Emre büyüktür!” kabulü ile yola koyulmak, düşünce coğrafyasında varılabilecek farklı ovalara uzanan yolların birbirinden ayrıldığı noktanın daha ilerisinden, yani sadece bir ovaya çıkan bir yoldan yürüyüşe başlamamıza sebep oluyor belki de. Biraz daha geriden, yani yolların ayrılmadığı bir noktadan hareket etmek farklı ovalara varma imkânı doğurabilir. İşte bu nedenle, sadece farklı bir noktaya varma niyetiyle “Yunus Emre büyüktür!” kabulü ile yola çıkmak yerine, “Yunus Emre neden büyüktür?” sorusuna cevap arama yoluna gitmeyi deneyebiliriz...
Türk’ün ata yurdu olan Doğu Türkistan, Türk kültür ve medeniyetinin beşiği, Divanu Lugat’ıt-Türk ve Kutadgu Bilig’in yazıldığı, Satuk Buğrahan, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacib ve Hoca Ahmet Yesevi’nin vatanı, dolayısıyla Türk milli şuuru, milli kimliği ve milliyetçiliğinin beslendiği topraklardır. Bu topraklar, ne yazıktır ki jeopolitik ve jeostratejik saiklerle Çin tarafından işgal altında tutulmaktadır.
1. Çin dünya tasarımında Doğu Türkistan
Çin bundan 3000 sene önce Doğu Türkistan’ı mitostratejik bir hedef olarak belirlemiş, Sarı İmparator ( Huangdi 黃帝) ve Batının Ana Kraliçesi (Xi Wangmu 西王母)ni Doğu Türkistan sınırları içerisindeki Karanlık dağ / Kunlun (昆仑山)ına yerleştirerek bölgeyi Çin dünya ve siyasal tasarımlarının merkezine koymuştur. Batının Ana Kraliçesi (Xi Wangmu 西王母)nin eline ölümsüzlük ilâcını vererek Çin›in kaderini ve sonsuza dek var olmasını adeta bu bölgeye bağlamıştır. Çin›in başlangıçta mitostratejik hedefi olan Doğu Türkistan Han ve Tang döneminde ve sonraki Mançu-Çin döneminde Çin reel politiğin bir hedefi hâline getirilmiştir. MÖ 2. yüzyılda Çin’in bugünkü Doğu Türkistan’a gönderdiği Zhang Qian / Cang Çien, Tang döneminde gönderdiği Xuanzang / Şuenzang (玄奘) Çin’in yayılmacılığında ve Orta Asya topraklarının işgalinde çok büyük misyon üstlenmiş kişilerdir. 751 yılında Çin işgal ordusunun Talas bölgesine kadar ilerlemesi ve ağır yenilgiye uğrayarak bölgeyi bin sene müddetle terk etmesine rağmen, 18. yüzyılda tekrar işgal girişiminde bulunması Çinlilerin Doğu Türkistan’dan ve dahi Orta Asya’dan hiçbir zaman vazgeçmediği gerçeğini ortaya koymaktadır…
Orta Asya, Sibirya, Kıpçak Bozkırı, Kırım, Anadolu, Ortadoğu, Balkanlar ve Doğu Avrupa ezelden beri Türk yurdu olmuş topraklardır. Bu yüzden oralarda hâlâ ciddî bir Türk nüfusu barınmakta ve Türk ekininin muhteşem eserleri her tarafta bulunmaktadır. Hindistan, Çin, Kuzey Afrika, Afganistan, İran vb topraklar da belli sürelerle Türk idaresinde yaşamışlardır. Bu sebeple oralarda da hâlen Türk toplulukları ve Türk ekininin izleri bulunmaktadır.
Ancak, Türk boyları veya hükümdarları bu topraklar için başta kendi aralarında çok savaşmış olmakla beraber, başka milletlerin veya devletlerin saldırısına da sürekli olarak mârûz kalmışlardır. Günümüzde Çin devletinin sınırları içinde bulunan Doğu Türkistan toprakları da bu kötü kaderi paylaşmaktadır.
Konumuz Doğu Türkistan olmakla, bu makalede bakışımızı sadece oraya teksif edeceğiz.
Kadim Türkistan’da Göktürk, Türgiş, Karluk, Uygur, Cengizli, Çağataylı, Timurlu, Harzemşahlı, Şeybanî gibi devletler hüküm sürmüş olup son olarak da Doğu Türkistan Cumhuriyeti adı altında bir devlet var olmuştur.
Bu devletlerin idaresinde Türkler, ilimde, fende, edebiyatta, din ilimlerinde, felsefede, halıcılıkta, çinicilikte, camcılıkta, yazıcılık ve hüsnü hatta, tahta oymacılıkta, mimarlıkta, yol yapımında, tarımda, arazi sulamasında, şehircilikte ve temiz su temininde, hayvancılıkta ve sanayide üstün bir medeniyet yaratmışlar ve Dünya’da nam salmışlardır. Yetiştirdikleri ilim adamları içerisinde Birunî, Farabî, Kaşgarlı Mahmud (MS 1008-1105), İbni Sina, Uluğ Bey, Ali Kuşçu gibi Dünyaca tanınan ve değer verilen birçok seçkin adamlar vardır. Bunların içerisinde Uygurlar, kendilerine has bir dil ve yazı geliştirmişlerdir. Bu dile ve yazıya Osmanlı Türk Devleti’nde “Çağatayca” denilmiş ve Enderun’da ciddî olarak öğretilmiştir. Hatta, devletin hakanlarından bâzıları Çağatayca şiir de yazmışlardır.
Kurban Mamut, hem bir parçası olduğu Uygurların hem de Çin’in uzak batı bölgelerinde yaşayan diğer Türki azınlıkların kültür ve tarihine sahip çıkmış bir yazar, dergi editörü. Bunu Çin yetkililerince katı biçimde uygulanan sıkı sansürün elverdiği ölçüde yapabilmiş, zira, çoğunluğu Müslüman olan bölgede yetkililer etnik ayrılıkçılık ve İslami aşırılık konusunda tedirgin durumda.
Tutturduğu hassas çizgiyi 26 yıl boyunca sürdüren Mamut Bey, Komünist Parti kontrolündeki Sincan Medeniyeti dergisinde baş editörlük konumuna da yükselmiş, 2011’de emekli olmadan önce.
“Babam çok zekidir; kırmızı çizgiyi bilir, ki zaten o çizgiyi geçtiğinizde hapse atılırsınız,” diyor şimdilerde Virginia’da yaşayan oğlu Behram Sintaş. “Halka kültürünü öğretmek için kırmızı çizginin çok yakınında çalışmanız gerekir. Sözlerinizi özenle seçip akıllı davranmak zorundasınız.”
Derken, geçen yıl kırmızı çizgi keskinleşti. Akademi, sanat ve gazetecilik camialarına öncülük eden yüzden fazla Uygur aydınla birlikte Mamut Bey de bir milyona varan Müslümanın tutulduğu endoktrinasyon kamplarının bulunduğu Sincan bölgesindeki geniş kapsamlı baskının hedefi oldu.
Aydınlar, insan hakları müdafileri ve sürgündeki Uygurlara göreyse, Çin’deki en başarılı Uygurların kitle halinde tutuklanmaları, Komünist Parti’nin on yıllardır süren sosyal mühendislik yöneliminin ürkütücü bir simgesi olmuş durumda.
Aslında, Doğu Türkistan meselesi, en başından, yani 1884 yılında Mançu İmparatorluğu Doğu Türkistan’ı işgal edip, adını Şinjang (Yeni Toprak) olarak değiştirdiği günden beri işgal hükümetleri tarafından ciddî tehdit algılamasının bir parçası olarak görülmüştür. Doğu Türkistan meselesi 1949 yılında Çin Komünist hükümeti tarafından işgal edildikten sonra özellikle Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Orta Asya cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana değişen bölgesel denklemler ve Çin’in ekonomik yükselişi sonucu Çin yönetimi tarafından daha önemli stratejik bir boyutta ele alınmaya başlandı.
Soğuk Savaş sonrası sabık Sovyetler Birliği’nin parçalanması, Balkanlar’da yaşanan etnik çatışmaların ortaya çıkardığı atmosfer ve özellikle 11 Eylül Olayından sonraki dengeler Çin’in meseleye yaklaşmada sürdürdüğü sert tutumu ciddî bir biçimde tırmandırdı. Bölgede her türlü etnik, kültürel ve siyasî talep bir tehdit unsuru olarak görülürken, Çin’in başlattığı ‘strike hard’ (sert vuruş) politikası ile ‘üç şer güç’ olarak adlandırılan ‘bölücülük, terörizm ve fundamentalizme karşı savaş’ adı altında bölgedeki her türlü düşünce, kimlik, dinî inanç ve sese topyekûn savaş ilân edildi. Bu noktada, bölgedeki etnik ve dinî haklar konusunda ciddî bir gerileme yaşandı…
On sekiz aydır, Çin’in Kuzeybatısı’ndaki Sincan eyaletindeki etnik azınlıklar, eşi benzeri görülmemiş bir baskı altında yaşıyorlar. Bu tahakkümün en aşırı unsuru eyaletin dört bir yanına yayılan, “yeniden terbiye ve talim [eğitim ve öğretim] merkezleri” diye adlandırılan, içinde tahminlere göre birkaç yüz binden bir milyonun üzerinde bir sayıya kadar Müslüman azınlığın belirsiz bir süreyle hapsolduğu kamplar. Kurbanların çoğu Uygur (bölgedeki Çinli olmayan ana etnik grup); ancak bu baskı, Uygurlar gibi İslam’a tabi, Kazakları ve Kırgızları da hedef aldı.
Bu operasyonun ilginç bir özelliği, resmi parti devleti sisteminin içindeki ve dışındaki insanları aynı anda hedef almasıdır. Bir yandan pek çok sıradan Uygur sadece Çin’in dışındaki aile üyeleri ve akrabalarla irtibatı koparmadıkları için, yahut sakal bırakmak veya peçe takmak gibi dindarlık sembolleri gösterdikleri için hapsedildiler. Ancak bu geniş ağın yanında, parti aynı zamanda inisiyatif sahibi makamlardan da etnik azınlıkları tasfiye ediyor. Bu tasfiyenin amacı parti yönergelerini yeterince samimiyetle uygulamadığı düşünülen “iki yüzlü” insanların kökünü kazımak. Bu daha geleneksel Stalin stili tarzı tasfiye parti kadrolarını, entelektüelleri, editörleri ve üniversite yöneticilerini hedef aldı.
Mevkuflardan çok azı dışarı çıktığından, kampların içindeki yönetime dair çok az bilgiye sahibiz, ancak bütün beyanlara göre, akıl almaz bir politik endoktrinasyon ön plana çıkıyor. Bazıları tevkifleri sırasında öldü. Ve kampların dışındaki hayat da içindekinden çok daha iyi değil. Sincan’ın şehirlerindeki ve beldelerindeki bütün kavşaklarda yeni polis karakolları peyda oldu. Kontrol noktaları çoğu yoldaki trafiğin akışını kontrol ediyor.Bayrak yükseltme veya ant içme gibi yeni sadakat ritüelleri müşterek hayatı düzenliyor. Günlük anti-terör tatbikatlarında dükkân sahipleri hayali saldırganlara çubuk ve sopalarla saldırıyor. Camiye katılım gözetleniyor ve güvenlik kameraları caminin içindeki her açıyı izliyor…
Çin’in batısında Alaska genişliğinde bir bölge olan Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin Türk ve Müslüman sakinleri için Çinli yetkililerin varlığını inkâr etmeye devam ettikleri çok geniş bir alana yayılan ve Gulag kamplarına benzeyen “aşırılıkçı eğilimleri yok etmeye yönelik eğitim merkezleri” kurulduğunu Sayragül Savıtbay adlı eski bir anaokulu öğretmeni Kazakistan’ın Jarkent şehrindeki bir mahkeme salonunda serinkanlılıkla ifade etti. Kazak asıllı Sayragul Savıtbay, Sincan’dan kaçıp kocası ile oğlunun vatandaşı oldukları Kazakistan’dan iltica talep etti. Geçtiğimiz yılın Kasım ayında öğretmenlik yaptığı okuldan bu sözde “eğitim merkezindeki” tutuklulara Kazakça öğretmesi için nasıl nakledildiğini mahkemeye anlattı. “Oranın ‘siyasi kamp’ olduğunu söylüyorlar; ancak gerçekte orası dağların tepesinde bir cezaevi” diyordu. 2.500 tutuklunun bulunduğu bu tesiste dört ay çalışmış ve bunun gibi daha başka tesislerin de olduğunu öğrenmişti. İçinde Kazakların, Kırgızların, bilhassa da Sincan nüfusunun yaklaşık %46’lık kısmını teşkil eden Uygurların da olduğu bir milyona yakın insanın hapsedildiği bu kamplardan Sincan’da en az 1200 adet daha olabileceği tahmin ediliyor.
Savıtbay’ın tanıklığı, Sincan’da sayıları giderek artan Gulag kamplarına dair bir Çin vatandaşı tarafından sunulan heyecan verici ilk umumî delil niteliğinde idiyse de bu kamplara dair haberler, Associated Press için yaptığı haberlerle takdir kazanan ve şimdi Washington Post’ta çalışan Gerry Shih, The Wall Street Journal muhabirleri Josh Chin, Clément Bürge ve Giulia Marchi ile başka araştırmacılar ve muhabirlerden elde ettiği malûmatla bu konuya dair ilk mühim yazıları kaleme almış olan İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden Maya Wang, Ulusal Halk Radyosu’ndan (NPR) Rob Schmitz ve BuzzFeed News’den Megha Rajagopalan’ın da aralarında bulunduğu isimler sayesinde 2017 yılından bu yana gün ışığına çıkmaya devam ediyordu. Bu anlamda Washington D.C. merkezli Özgür Asya Radyosu’nun Uygur servisi, özel bir önemi haizdi. Sincan’da olup bitenlere ilişkin malûmat üzerindeki her türlü mahut denetime rağmen yıllardır ayrıntılı ve doğru içerik sağlamışlardı…
Son dönemde, Çin’in tarihi olarak Doğu Türkistan adıyla bilinen Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki baskıları en üst düzeye yükseldi. Azınlıkların toplama kamplarına alınması meselenin ulaştığı en çarpıcı boyutu gösteriyor. Aylar süren inkarın ardından Çin bu kampların varlığını kabul etti, ancak bunların “yeniden eğitim” kampları olduğunu, yani bu kamplarda Uygurlar’ın ve diğer gruplardan kişilerin “ekstremist” fikirlerden arındırılarak ideolojik olarak doğru çizgiye getirildiklerini ve de mesleki eğitim aldıklarını iddia etti. Bunun yanında kanunların ve Çince’nin öğrenilmesi de resmi olarak bu toplama kamplarının amaçları arasında sayıldı. Resmi söylemde kamplar dans eden, şarkı söyleyen, yeni şeyler öğrenen ve meslek edinen Uygurlar’la dolu. Ancak uluslararası insan hakları örgütlerinin raporları ve uzmanların çalışmaları bize bu kampların toplama kampları olduğunu ve bir milyondan fazla insanın doğru düzgün bir sebep bile ileri sürülmeden bu kamplara kapatıldığını gösterdi. Güvenlik bütçelerini ve kamplardan sorumlu departmanların satın alma listelerini inceleyenler, bunların nasıl “yeniden eğitim” merkezinden ziyade hapishaneye benzer toplama kampları olduklarını ortaya koydular. Çince konuşan Müslümanlar olan Huiler haricinde, bölgedeki Türk dilli Müslüman grupların toplam nüfusunun 13 milyon civarında olduğunu düşününce olayın boyutu daha iyi ortaya çıkacaktır. Ancak toplama kampları mevcut durumun ancak en çok göz önüne gelen parçasını oluşturuyor. 2009’dan başlayarak, özellikle Tibet’ten gelen Çın Çüenguo (Chen Quanguo)’nun Komünist Parti sekreteri olarak atandığı 2016 Ağustosundan beri bölgede dünyada eşi benzeri görülmemiş bir gözetim sistemi kurulmuş durumda. Polis kontrol noktaları, zırhlı araçlar ve on binlerce yeni güvenlik görevlisine yüz tanıma sistemleri gibi son teknoloji gözetim araçları eşlik ediyor. Bunun yanında bir milyon kadar Komünist Parti üyesi azınlıkların evlerine periyodik olarak yollanıyor ve azınlık aileleriyle kalmaları sağlanarak daha doğrudan bir gözetim sistemi de kurulmuş oluyor. Son iki yılda baskının ve gözetimin azami dereceye ulaşmasının dışında, Çin’in politikasında ortaya çıkan birkaç değişikliği daha kısaca vurgulamak gerekiyor.
-
154( Bahar 2023)
2023 Seçimleri:Yarış ve rekabet mi,savaş ve husûmet mi? -
153( Kış 2023)
Mondros'tan Lozan'a (mütâreke, konferans, i’tilâfnâme ve muâhedeler...) -
152( Güz 2022)
Karadeniz'de Milli Mücadele -
151( Yaz 2022)
Milli Mücadelenin Batı Cepheleri (III) -
150( Bahar 2022)
Milli Mücadele'nin Batı Cepheleri (II) Savaş yayılıyor:"Sath-ı Müdafaa" -
146( Bahar 2021)
İstiklâliyetlerinin 30. Yılında Türk Cumhuriyetleri -
145( Kış 2021)
100. Yılında Milli Mücadele'nin Güney Cepheleri -
144( Güz 2020)
Milli Mücadelenin Doğu Cephesini Hatırlamak -
143( Yaz 2020)
Doğu Türkistan Türkiyedir. -
142( Bahar 2020)
TBMM 100 Yaşında - 1920/2020 -
141( Bahar 2020)
Yangın Yeri Düşünceleri -
140( Sonbahar 2019)
Siyaset ve Tarih Yazıları -
139( Yaz 2019)
Yargı Reformu, Hukuk, Siyaset, Tarih ve Aktüalite... Fikirler, Görüşler ve Tartışmalar. -
138( Bahar 2019)
Bir asır sonra 1919 sürecinden kesitler -
137( Kış 2019)
Gün Ortasında Karanlık - Doğu Türkistan'da Çin Nazizmi -
136( Sonbahar 2018)
BİRİNCİ CİHÂN HARBİ - 100 YIL SONRA HARB-İ UMUMİYİ YENİDEN TARTIŞMAK -
135( Yaz 2018)
24 Haziran 2018 Siyaset Tarihimizin Yeni Miladı - Ne oldu?, Nasıl oldu?, Ne olacak? -
134( Bahar 2018)
Ortadoğu...Siyasetin akaid'e, akaidin saltanata, düşüncenin keramete, cinayetin ibadet'e inkılabı... -
133( Kış 2018)
Milletlerarası rekabet nazariyât ve tarih yazıları... -
131( Yaz 2017)
Zihniyet, cemiyet, siyaset, tarih...Fikirler, görüşler, tartışmalar. -
130( Bahar 2017)
16 Nisan Halkoylaması Yeni Bir Yol Haritası mı? -
129( Kış 2017)
16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu -
128( Güz 2016)
2016 Aralığında TÜRKİYE -
127( Yaz 2016)
15 Temmuz -
126( Bahar 2016)