BİRİNCİ CİHÂN HARBİ - 100 YIL SONRA HARB-İ UMUMİYİ YENİDEN TARTIŞMAK

Zafer Toprak, Gültekin Yıldız, Mustafa Çolak, Kadir Kon, Burak Bilgehan Özpek, Sedat Türker, Altay Cengizer, Nevzat Kösoğlu, Orhan Avcı, Nasrullah Uzman, Ramazan Erhan Güllü, İbrahim Ethem Atnur, Temuçin Faik Ertan, Ahmet Özcan, Mehmet Beşikçi, Fahri Kılıç, Ömer Turan, Karl Vick

Mehmet Öz (Başyazı)

Güz Mektubu

Tarihi hadiselere sağlam bir bakış acısı ile bakmak, bu hadiseleri dönemin şartlarını dikkate alarak tarif etmek, tarih usulünün vazgeçilmez hususiyetlerindendir. Bu çerçevede, günümüzden Harb-i Umumî (1914-1918)’yi tarif etmek istersek, dönemin derinliklerine inmemiz icap etmektedir. O zamanı anlamak için, harbi yaşayanların çektiği sıkıntıları; açlığı, sefaleti, hastalıkları, ölümleri… velhasıl çekilen acıları bugünden hissetmek lâzımdır. Bizler bu felaketleri onlar kadar hissetmesek de, insanlığın geçirdiği tecrübî “tarihten ders çıkarma” melekesine sığınarak, Cihan Harbi’ni, bugün, ibret alınması gereken tarihin bir kesiti olarak addedebiliyoruz.

MAKALELER

Cemal Kaşıkçı’nın kaybolması, 
Suudi Arabistan’ın bir zamanlar 
şaşaalı olan veliaht prensini,
küresel parya olmakla tehdit ediyor
Dünya daha onun yaşını bile öğrenmeden önce, Suudi Arabistan’ı yöneten genç adamın şiddet konusunda sıradışı şekilde şansını denediğini gördü. Babası Ocak 2015’de Suudi tahtına oturduğunda; Muhammed Bin Selman, şimdi tüm dünyada bilinen kısaltmasıyla MbS, hiç tanınmayan biriydi. Bu, yaşlı bir kraliyet mensubundan diğerine yapılan rutin bir iktidar aktarımıydı, ta ki Kral Selman otoritesinin devasa bir kısmını oğluna delege edinceye kadar. (MbS) Savunma Bakanı olarak atandıktan sonra iki ay içinde Arap dünyasının zaten en fakir ülkesi olan Yemen’i tarumar eden bir savaş başlattı. 29 yaşını yeni dolduruyordu!

Geçen üç yıldan fazla zaman içerisinde; Yemen’de ölen onbinlerin çekmediği dikkat kırıntısı şimdi -MbS’nin karşı cenahında kendini bulduktan sonra krallıktan kaçan ve bunu söylentiye göre hayatıyla ödeyen Suudi gazeteci- Cemal Kaşıkçı’ya konsantre olmuş durumda. Bu tüyler ürpertici cinayet, veliaht prensi bir nefret objesine dönüştürme gücü taşıyor ve hatta belki de, şımarık bir ABD Başkanı’nın da yardımıyla, kişisel projesine dönüşen Ortadoğu düzenini alaşağı etme riski. Brookings Bilgi Projesi Yöneticisi ve “Krallar ve Başkanlar: FDR’den bu yana Suudi Arabistan ve ABD” kitabının yazarı Bruce Riedel’e göre “Bence MbS’nin imajı geri dönülemez biçimde lekelendi, eğer tamamen dağılmadıysa. Bu olay; onun pervasız, tehlikeli ve cani bir otokrat olarak gerçek yüzünü gösterdi.”…
 

Osmanlı İmparatorluğu Türk tarihinin zirvesidir.  Üç kıtada hüküm sürmüş, en güçlü ve en uzun yaşamış Türk devletidir.  Ve Birinci Dünya Savaşı bu büyük İmparatorluğu sona erdirmiştir.  Birinci Dünya Savaşı, dolayısıyla, Türk tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.  Üzerinden neredeyse bir asır geçtikten sonra Türk tarihçilerinin bu savaşla ilgili ciddi bir literatür oluşturmuş olmaları beklenir.  Bu çalışma askeri, siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik açılardan Türk tarih yazımında Birinci Dünya Savaşı konusunda nelerin üretildiğini, hangi konuların üzerinde bilhassa durulup hangi konuların ihmal edildiğini ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na İttihat ve Terakki Partisi yönetiminde girmiştir.  İttihatçı olanlarla İttihatçılara karşı olanlar arasında 1908’de başlayan rekabet takip eden yıllarda da şiddetlenerek varlığını sürdürmüştür.  Bu rekabet ve tartışma Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda İttihatçıların yönetimden ayrılmalarıyla bitmemiştir.  Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’na dair Türkiye’de tartışılan konular İttihatçılık tartışmalarının gölgesindedir.  Bu bakımdan İttihatçılara bakış açısının şekillendirdiği iki kanat söz konusudur…

Orta Doğu ile ilgili her türlü tezvirat yaşadığımız çağda alıcı bulur. Skandallarıyla gündeme gelen bir “rock star” gibidir çünkü. Sıradan ve düzenli toplumun anomalisidir ve her anomali gibi onun ortaya çıkmasına uygun koşulları hazırlayan bir tarihi serüveni vardır. Diğer bir deyişle, Orta Doğu’nun enteresanlığı ve karmaşıklığı ontolojik bir sabitliğin günümüzde temayüz etmesinden kaynaklanmaz. Tam tersine Orta Doğu icat edilmiştir. Roderic Davison, “Orta Doğu Neresidir? (Where is the Middle East?)” Makalesinde aslında 20. Yüzyıla girerken Orta Doğu olarak adlandırılan bir bölge olmadığını, dünya siyasetinin ve uluslararası aktörlerin politikalarının evrimine göre böyle bir bölgenin ortaya çıktığını yazar. Hatta, Orta Doğu’nun sınırları derken neyin murad edildiği bile zaman içerisinde değişmektedir. O halde, günümüz Orta Doğu’sunun problemleri Orta Doğu’nun mizacından kaynaklanmaz. Aksine, ona can veren ve belirli yapılar içinde yaşamaya zorlayan aktörlerin mizacına odaklanmak daha yerinde olacaktır.

Hinnebuch,  “Orta Doğu dış müdahaleler için müstesna bir mıknatıstır” der. Tarihsel olarak test edilmiş ve doğrulanmış bu argüman, 20. Yüzyılın ilk yarısında kendisini bir kez daha ispatlamıştır. Büyük Savaş sonrası, günümüz Orta Doğu’sunun ve ona dair bildiğimiz sorunların ilk tohumları ekilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesiyle birlikte, yeni sınırlar, yeni devletler ve kaçınılmaz olarak yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu durum, Osmanlı’nın hâkimiyeti altında kalsaydı Orta Doğu’nun cenneti yaşayacağı savını ima etmez. Bununla birlikte, yeni siyasal egemenlik alanlarının oluşturulmasının ve bunun bölgenin iç dinamiklerin yerine dış aktörlerin stratejik kazanç elde etmek için yaptıkları müdahalelerle gerçekleşmesinin kabahatinin de altını çizmek gerekiyor. Zira, Büyük Savaş sonrası ortaya çıkan siyasi yapılar, onların egemenlik sahaları ve uluslararası sisteme adapte olmak için gerçekleştirmek zorunda oldukları modern devlet ideali ile ellerinde buldukları sosyolojinin uyumsuzluğu büyük güçlerin stratejik beklentilerini tatmin etme zorunluluğu ile birleşince ortaya anomalileri ile birlikte günümüz Orta Doğu’su çıkmaktadır…
 

“Bu iki günün [10 Temmuz 1918 Çarşamba, 11 Temmuz Perşembe] nasıl geçtiğini yazmayacağım. Birçok hatıratım gibi bunların da unutulmasında ne beis var? Yalnız şu kadar diyelim ki insanlar hakikati daima gizlerler.”(Mustafa Kemal)

“Politik bir Panislamizm’den korkuyordum. Mustafa Kemal, Enver’in kesinlikle hayal ettiği gibi, bunu araç olarak kullanabilecekmiş gibi görünüyordu. (…) Daha sonra yaşanan olaylar, bazılarının, özellikle Panislamizm korkusunun yanlış olduğunu kanıtladı. O virüs, daha güçlü milliyetçilik virüsü sayesinde belirsiz bir süre için giderildi. (…) Mustafa Kemal Türkiye’de iki “pan’”ı da bırakarak, buna odaklandı. Ayrı bir Kürt milliyetini tanımayı reddetti, ama Arap ülkelerindekine saygı gösterdi ve Türk gücünün Orta Asya’ya doğru genişlemesine çalışmadı.” (Andrew Ryan)

Giriş

Son dört yıldır Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıldönümü sebebiyle gerek Türki-ye’de gerekse de dünyada çok sayıda panel, sempozyum, konferans, makale, kitap, belgesel, film, sergi vb. akla gelebilecek hemen her konuda çeşit çeşit yayınlar, faaliyetler yapıldı ve yapılmaya da devam etmektedir. Bu kapsamda Paris’teki Ordu Müzesi’nde de bir sergi açılacağına dair haberler ajanslar üzerinden bizim gazetelere de yansıdı. “Doğu’da Bitmeyen Savaş. 1918-1923?” başlığıyla açılan sergide başta Osmanlı devletinin İtilaf Devletleri’nce parçalanıp bölüşülmesini öngören Sykes-Picot Antlaşması’nın orijinal metni yanında savaşla ilgili onlarca farklı belge ziyaretçilere gösterilecek. Burada Türkiye açısından ilginç olan husus ise ilk defa Lozan (Lausanne) Barış Antlaşması’nın orijinal metninin de sergilenecek oluşudur. Serginin başlığına bakınca insanın aklına şu soru geliyordur sanırım: “Doğu’da savaş 1918’de bitmemiş miydi?” Oysa 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’yle Osmanlı devletinin savaştan çekildiği, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sévres Barış Antlaşması’yla savaşın sonlandığı; fakat Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki (Türkiye) Büyük Millet Meclisi hükümetinin İstanbul’daki Osmanlı hükümetine ve İtilaf Devletleri’ne karşı yeni bir savaş, daha doğrusu bir “İstiklâl Savaşı” başlattığı ve bu savaşın sonunda önce 11 Ekim 1922 tarihli Mudanya Mütarekenâmesi, ardından da 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile yeni Türkiye devletinin kurulduğu, bütün tarih kitaplarda yazılır…

Tanzimat Dönemiyle bir modernleşme sürecine girmiş olan Osmanlı İmpara-torluğu’nda; bürokratik merkeziyetçilik ve yaygın eğitim çabalarıyla birlikte, yazıdaki çapraşık ve karmaşık imla sorunu ile ilgili tartışmalar başlamıştır. Bu dönemde özellikle aydın-bürokrat çevrelerinde mevcut alfabenin yetersizliğine dair tartışmalar gündeme gelmiştir.
Alfabe konusunda ilk sistemli eleştiri ve öneri, Seyyid Mehmet Tahir Münif (Paşa) Efendi tarafından dile getirilmiştir. Münif Paşa, kurucu üyesi olduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de 12 Mayıs 1862 tarihinde yaptığı konuşmada, mevcut yazı sisteminde ünlü işaretleri kullanılmadığı için bir sözcüğün yerine göre çeşitli biçimlerde okunmakta olduğunu ifade etmiştir. Münif Paşa, anlamları bilinmeyen Arapça, Farsça kelimelerin ve özel isimlerin doğru bir şekilde yazılamadığını ve okunamadığını, Avrupalıların matbaada 30-40 imden oluşan Latin harfleriyle basım yapabilirken nesih bir yazı için 500 hatta talik bir yazı türü için bunun birkaç katı imden oluşan bir dizgiye ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir…
 

1914’te patlak verdiğinde savaşa katılan ülkelerde daha önce eşine rastlanmayan ölçekte geniş kapsamlı seferberliklere yol açan Birinci Dünya Savaşı, silahaltına alınan ve cephelere yollanan milyonlarca genç erkeğin yaşamında derin ve silinmez izler bırakmıştır. Bu izlerin anlaşılabilmesi sadece harp tecrübesinin insan boyutuna ışık tutmakla kalmaz; bu anlama çabası gerek bu izlerin bir hafıza kaydı olarak taşındığı daha sonraki dönemlerde kolektif düzeyde milli kimlik tesisi veya yakın tarih algısının şekillenmesi sürecinde oynadıkları rolü izah edebilmek, gerekse de daha bireysel ve mikro düzeylerde harp travmasının etkilerini aydınlatabilmek ve o travmayla yüzleşebilmek açısından son derece önemlidir. Bu izlerin takibini, analizini ve anlamlandırılmasını mümkün kılan belgeler olan otobiyografik kaynaklar, yani savaşa katılan askerlere ait günlük ve hatırat gibi yazılı veya sözlü tarih kaydı gibi sözel kayıtlar Birinci Dünya Savaşı’na dair tarihyazımı açısından son derece önemli ve değerli bir belge havuzu teşkil etmektedir. 

Nüfusuna oranla gerçekleştirdiği insangücü seferberliğinin kapsamı ve rol aldığı cephelerin önemi ve çeşitliliği açısından Osmanlı İmparatorluğu savaşın Avrasya tiyatrosunun şüphesiz önemli bir aktörüydü. Bununla birlikte, Osmanlı-Türk tarihyazımının Osmanlı harp tecrübesinin insan boyutunu, başka bir deyişle Osmanlı askerlerinin cephe tecrübelerini ve hafızasını, askerlerin kendilerine ait otobiyografik kaynaklar üzerinden anlamaya daha yeni başladığını söylemek abartılı olmayacaktır. Öte yandan, yeni sayılmakla birlikte önemli adımlar atan bu çaba Osmanlı-Türk tarihyazımının bu spesifik konudaki süregiden eksikliklerinin daha net bir şekilde görülmesini de sağlamaktadır. Bu eksikliklerin şüphesiz en önemlilerinden biri, Birinci Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı gayrimüslim askerlerin tecrübe ve hafızasına dair bilgi ve analiz seviyesinin hâlâ oldukça düşük olmasıdır. Osmanlı gayrimüslimlerinin gerek harbin ardından yeni Türk ulus-devletinin asli kurucu unsurları içerisinde görülmemeleri ve dolayısıyla kuruluşa dair resmi tarih anlatısında yer bulamamalarının, gerekse de gayrimüslim askerlere ait otobiyografik metinlere erişimdeki lengüistik ya da başka pratik engellerin bir sonucu olarak, bu askerlere ait otobiyografik kaynakların analizi Osmanlı-Türk tarihçilerinin ilgisinden ve gündeminden uzak kalmıştır. Hâlbuki son yıllarda hem 100. yıldönümü nedeniyle Birinci Dünya Savaşı’na olan genel ilginin artışı, hem de Türkiye’de hâlihazırdaki hâkim siyasi söylemin yakın tarih kurgusunda, Birinci Dünya Savaşı’nı Osmanlı dönemine ait bir felaket addederek gölgede tutmak isteyen İstiklal Harbi’nin mutlak hegemonyasının zayıflaması ve ona alternatif arayışı olarak Birinci Dünya Savaşı’ndaki başarılı cephelerini ve muharebelerini (Çanakkale, Kutü’l-Amare) daha fazla öne çıkarma isteği, yayınlanan asker günlüğü ve hatıratı sayısındaki hissedilir artışa da etki etmiş; bu artışta, hâlâ çok az olmakla birlikte, gayrimüslim askerlere ait çeşitli otobiyografik metinler de Türkçede gün yüzü görebilme imkânı bulmuştur…
 

Medine, Hz. Peygamberin Mekke’de bunaldığı dönemde hicret ettiği, İslam medeniyetinin ilk açılışlarının görüldüğü şehirdir. Peygamber ve sonraki Dört Halife zamanında İslam Devletine başkentlik etmiştir ve yabancılar için yasak olan iki şehirden (diğeri Kâbe’nin bulunduğu Mekke) biridir. Peygamber’in Mescidi ile kabri buradadır. 1517 yılından beri Osmanlı yönetiminde olan Mekke ve Medine, Peygamber’e olan saygı sebebiyle onun soyundan gelen Şeriflere de yönetim yetkileri tanıyan özel bir statü ile yönetilmiştir. Bu yüzden, Şerifler İngiliz desteğinde isyan etmiş olsalar da, Osmanlı Medine’yi kolay bırakamamış, her şeye rağmen, son İmparatorluk destanlarından birini de burada yaşatmıştır.

Enver Paşa’nın Halep’te komutanlarla yaptığı toplantıda Medine’nin boşaltılması ile Türk kuvvetlerinin çekilmesine karar verildiği halde, Osmanlı Orduları Başkomutan Vekili bu kararı içine sindirememiş, ertesi gün, Medine’nin sonuna kadar savunulması emrini vermiştir.
Kanal Harekâtı öncesinde, 4. Ordu komutanı Cemal Paşa, 1500 gönüllü hecinsüvarla (hecin develerine binen savaşçılar) Kanal hareketine katılması için, Şerif Hüseyin’e altmış bin altın göndermiştir. Toplanan gönüllüler Şerif Hüseyin’in oğlu Şerif Ali komutasında, Medine’ye gelerek burada beklemeye başlar
 

Birinci Dünya Savaşı’nın kısa da olsa bir değerlendirmeye ihtiyacı vardır. Bu savaşa girerken Avrupa devletleri ve Rusya Şark meselesini kesin olarak bitirmek yani Türkleri Anadolu’dan çıkarmasalar bile içerde dar bir bölgede tutmak kararında idiler. Osmanlı savaşa girdiği için bunu başaramadılar. İki sene içinde biteceğini umdukları savaş dört yıl sürdü ve Çarlık Rusya’sı çöktü. Savaşın dört yıl sürmesi, Almanya da dahil Avrupalı devletleri alt üst etti; sosyalist akımlar büyük bir güç kazanarak bu devletlerin toplumsal yapılarını tahrip ettiler. Öyle ki, Prof. Zeki Velidi Togan’ın, bu savaşın kazananı yoktur sözü salt gerçeği yansıtır. Çünkü savaş sonunda galip devletlerin de kollarını kıpırdatacak hali kalmamıştır. Savaş bir süre daha devam etseydi İtalya, Fransa ve Almanya’da Rusya benzeri ihtilaller olabileceği görülüyordu. İngiltere’de bu ihtimalden fazla uzak değildi. Bütün bu sebeplerle Almanları ezmek, Şark meselesini bitirmek yerine Wilson’un ilan ettiği ilkeler ışığında barışa kavuşmak istemişlerdir. Amerika geleneksel emperyalist tutumlara karşı çıkıyordu. Londra’da her gün düzenlenen mitinglerde halk, çocuklarının ülkelerine dönmelerini istiyordu. Esasen itilaf devletleri de birbirinden kopmuş ve birlikte hareket gücünü kaybetmişlerdi…

Belirli kaidelerle sınırlanmış resmi kaynakların dışında savaşın bütünü veya cephelerine dair teknik bilgiyle birlikte bireyin duygusal dünyasını yansıtan hatırat-günlük gibi metinlerin insan ve savaş arasındaki ilişkiyi ortaya koyması bakımından tarih araştırmalarında tartışılmaz bir yeri vardır. Hatırat-günlük türünden metinleri yazanların neredeyse büyük çoğunluğu rütbeli personeldir. Yüksek rütbeli ve cephe sorumluluğu almış subayların yanı sıra düşük rütbeli muvazzaf subay, yedek subay nadir de olsa astsubay ve astı rütbedekilerin hatıratlarına rastlanır. Hatıratların okur ve araştırmacılar arasındaki popülerliği genellikle yazarın rütbesiyle doğru orantılı olmuştur.  Tabii ki muhtevanın içeriğinde hatırat yazarının üstlendiği görevlerin bulunduğu makamların etkisi vardır. Cephenin savaş pratiği, bulunulan bölgenin toplumsal, coğrafi özellikleri, düşmana dair bilgi ve bunlar karşısında askerlerin içinde bulunduğu durum, harbin gidişatını anlatan metinler hatırat yazanın bireysel algı, tecrübesinin yanı sıra özellikle yorumlarda ideolojik formasyonlarınin etkisinde kaldıklarını göstermektedir. Mesela Irak havalisindeki aşiretler veya düşman ordusunun imkanlarına karşılık Osmanlı ordusunun imkansızlıkları, komuta kademesi, sevk ve idare gibi konulardaki kanaatler, moral ve motivasyon durumu konusunda yazarları duygusal bir gerilim içinde bulabiliriz.

Esas itibarıyla Irak Cephesi hatırat ve günlükleri üzerinden inşa edilecek bildirimizde, öncelikle tarih yazımı açısından bir değerlendirme, Irak havalisine dair yazılmış hatırat-günlük tarzı metinlerin bibliyografik ve teknik açıdan tespiti ardından, bölgenin algılanması, aşiretler veya Araplar merkezinde olmak üzere cephedeki gündelik hayat, komuta vs konulardaki şikayet ve kanaatler metinlerde geçen ifadeler doğrultusunda değerlendirilecektir. Temel argümanımız hatıratlarda paylaşılan bilgilerin tarih referanslı kolektif kanaat ve değerlere dönüşürken aynı zamanda siyasal ve sosyolojik işlevinin olduğu yönündedir. Mesela “Birinci Dünya Savaşı’nda Araplar bizi arkadan vurdu”, “Arapların ihaneti” şeklinde ifade bulan deyimlerin kolektif bir kanaate dönüşmesi siyasal ve toplumsal işlevinin dışında düşünülemez. Bu ifadelerin negatif Arap imgesini besleyen kanaatlere dönüşmesinde tarihsel süreç ve özellikle Ortadoğu’da yaşanılan savaşların etkisi olduğu genellikle vurgulanır. Birçok çalışmada dile getirilmiş olsa da, negatif Arap imgesinin temellerini oluşturan tarihsel süreç hatıratlar üzerinden sistematik çalışmalara pek konu olmamıştır. Bu çalışmanın amacı Arap imgesinin oluşumunda hatıratların oynadığı role dikkat çekmek ve örneklerle bunu ortaya koymaktır. Bahsedilen imge belirli bir coğrafyayla ilgili olarak ortaya çıktığı için kısaca coğrafyanın durumu ve bu coğrafyada yaşananların müsebbibi olarak görülen yöneticiler hakkındaki eleştiri örneklerine de yer verilecektir Hatıratlar üzerinden yapılacak kapsamlı çalışma ve analizler sadece Araplar değil diğer Osmanlı tebaası halklarla ilgili kanaatlerin oluşumunu göstermesi açısından da imkân sunmaktadır. Her geçen gün yeni hatıratların ortaya çıktığı ve yayımlandığını dikkat aldığımızda elbette burada kullanılan örneklerin sayısı tabii olarak azalacaktır, fakat genel manzarayı değiştirecek nitelikte olduğunu düşünmüyoruz. Ayrıca günlük ve hatırat ayrımına yanaşmadan ikisini birlikte değerlendirdiğimizi ve nihayetinde başlıkta belirtildiği gibi çalışmamızın bir deneme olduğunu vurgulamalıyız. Esas kısma geçmeden önce aşağıda Birinci Dünya Savaşı yazımı üzerine bazı tespitlerimizi sunacağız…

Arapça “terk” kökeninden gelen mütareke sözcüğü; ateşkes, iki tarafın geçici bir zaman için ateşi durdurması anlamına gelmektedir. Türk Dil Kurumu’nun lügatinde ise ateşkes; “savaşın iki kuvvetin karşılıklı olarak savaşı durdurması, bırakışma, mütareke” şeklinde tanımlanmıştır. Aynı sözlükte mütareke ise daha kısa bir şekilde sadece “ateşkes, bırakışma” olarak açıklanmıştır.  Diğer yandan konuyu hukuksal bağlamda ele almak mümkün olduğundan bir de hukuk sözlüğüne bakmakta yarar vardır. Hukuk sözlüğünde mütareke, “ateşkes; çarpışan kuvvetlerin savaşı bırakması” şeklinde anlamlandırılırken; mütarekename ise “savaşanlar arasında yapılan sulh anlaşması” olarak tanımlanmıştır.  Hem hukuk hem de sosyal bilimlerle ilgili terimleri derleyen bir başka sözlükte ise mütareke, “harb eden ordular arasında savaşın durdurulması, bırakışma” şeklinde açıklanmıştır. Yaygın olarak kullanılan Redhouse Türkçe-İngilizce sözlükte ateşkes; “cease-fire, armistice, truce” olarak açıklanırken, mütarekenin karşılığı olarak benzer şekilde; “armistice, truce” açıklamasına yer verilmiştir. Yine Redhouse’un İngilizce-Türkçe sözlüğünde armistice; mütareke ve ateşkes olarak açıklanmıştır. Truce ise daha geniş bir şekilde ifade edilmiş; “ateşkes, mütareke, anlaşma; ara, fasıla” olarak tanımlanmıştır. Yine yaygın olarak kullanılan bir Osmanlıca sözlükte, Fransızca karşılığının “Armistice” olduğu ifade edilen mütareke; “Ateşkes; iki tarafın muvakkat bir zaman için ateşi durdurması” şeklinde ifade edilmiştir.  Aynı sözlükte mütareke-namenin tarifi ise “mütareke yapılması için tarafların müştereken imzaladıkları vesika” olarak yapılmıştır…

1917 yılında Çarlık Rusya’nın yıkılışı, Kafkasya’da dengelerin değişmesine yol açtı. Rusların boşalttığı hâkimiyet alanları,  bölge halkları tarafından dolduruldu. Tiflis merkezli olup Azeri Türkleri, Gürcüler ve Ermenilerden oluşan Maveray-ı Kafkas Komiserliği/Hükümeti, bölgedeki boşluğu kısmen doldursa da bir taraftan Kafkaslara doğru askeri harekât yürüten Osmanlı Devleti’nin baskısı,  diğer taraftan, birliği oluşturan milletlerin hedeflerinin farklılığı, Hükümetin dağılmasını, ardından her üç milletin ayrı cumhuriyetler şeklinde bağımsızlık ilan etmesine sebep oldu. Osmanlı Devleti, 5 Haziran 1918 tarihinde her üç devletle Batum’da antlaşmalar imza etti ve bölgenin şekillenmesinde önemli bir rol üstlendi. 

Batum’da antlaşmaların imza edildiği dönemde Türk orduları 1878 ve hatta 1829 sınır hattını aşmış, bir kısım Türk kuvvetleri “İslam Ordusu” bünyesinde Gence’ye ulaşmış, diğer taraftan Güney Azerbaycan bölgesi de önemli ölçüde kontrole alınmıştı. Çok geçmeden Türk kuvvetleri kuzeyde Bakü’ye, ardından Dağıstan’a ulaştı. Güney’de Nahçıvan ve İran içlerinde hâkimiyet elde edip, İngilizlere karşı önemli kazanımlar elde etti. Bu cephede Türk askeri sistemi savaşın son yılında hala ayakta olup, Kafkasya’da başarıdan başarıya koşarken, diğer cephelerde durum Türkler için hiçte iyi gitmiyordu. Filistin Cephesi’nde alınan mağlubiyetler ve İtilaf ordularının Balkanlar üzerinden İstanbul’u tehdit etmeye başlaması büyük bir risk ortaya çıkarmıştı…
 

Birinci Dünya Savaşı başladığında ve sonrasında, İstanbul Ermeni Patrikliği vazifesinde, 1913 yılı Eylül ayında patrikliğe seçilmiş olan Zaven Der-Yeğyayan Efendi bulunuyordu. Dolayısıyla “sevk ve iskân kanunu”nun uygulanması sırasında da Zaven Efendi patriklik görevindeydi. Savaş başladıktan sonra genel olarak Ermeni önderlerince kamuoyuna verilen bilgilerde, Ermenilerin savaş sırasında Osmanlı Devleti’nin selameti için uğraşmaya devam edecekleri vurgulanıyordu. Patrik Zaven Efendi’nin çeşitli beyanlarında Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne bağlı unsurlar olarak yaşamayı sürdürecekleri vurgusu ve Ermeni asker kaçaklarının bu tavırlarından vazgeçerek vazifelerini yapmalarına yönelik tavsiyeleri cemaatinden pek olumlu karşılık bulmamıştı. Buna rağmen hükümet ve patrikhane arasında karşılıklı iyi niyet tavırları görülmeye devam ediyordu. Örneğin Halep’te takibata uğramış ve divan-ı harbe verilmiş olan bazı Ermeniler, Patrik Zaven Efendi’nin müracaatıyla, bizzat hükümete giderek beyanda bulunmaları şartıyla takibattan kurtarılmışlardı.

Bununla beraber patrikhane – önceki dönemlerde de birçok kez karşılaşıldığı gibi – bir yandan da komitelerin baskısı altındaydı ve bu durum patrikhaneyi hükümet ve Ermeni toplumunun bir kesimi arasında sıkıştırmış durumdaydı. 1914 yılı başlarından itibaren Ermeni komiteleri Anadolu’daki kiliseler üzerinde yeniden etkinliklerini artırma çabasına girmişlerdi. Özellikle Hınçakların Anadolu’daki Ermeni kiliseleri üzerinde baskılarını artırdıklarına dair haberler alınıyordu. Örneğin Samsun ve Bafra’daki Ermeni kiliseleri rahiplerinden bazıları zorla azledilmiş veya değiştirilmiş, bu durum da Ermeni ahali arasında huzursuzluklara sebep olmuştu. Bafra’daki kilisenin mevcut rahibi de Hınçaklar tarafından tehdit ediliyor ve ayin yönetmesi engelleniyordu. Ermeni ahali tarafından bu konuda patrikhaneye çeşitli şikâyet telgrafları gönderilmişti…
 

Rusya’da mevcut sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin hızla artış göstermesi, 1870’li yıllardan itibaren daha iyi yaşam standartları için mücadele eden bilinçli bir işçi sınıfının oluşmasına yol açtı. Ancak oluşan yeni işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilen eylemler dar kapsamlı olarak kaldı. 1905 yılında meydana gelen ayaklanma da Çarlık yönetimi tarafından bastırıldı. Bununla birlikte durumun ciddiyetini anlayan Çar II. Nikola, Duma’yı açma ve özgürlükler konusunda daha ılımlı davranma zorunluluğunu hissetti. Bu tarihten itibaren hızla yayılan fikir akımları etrafında gelişen örgütlenmeler, Rusya’nın I. Dünya Savaşı’nda başarılı sonuçlar alamaması üzerine şiddetlendi. Çanakkale’yi geçemeyen müttefiklerin Rusya’ya yardım ulaştıramaması ise var olan sıkıntıların had safhaya ulaşmasına yol açtı.

Yaşanan olumsuzluklara rağmen 1917 yılının başlarında Rus Hariciye Nazırı Melikof, Rusya’nın müttefiklerine tamamen bağlı olduğunu ve zaferi kazanıncaya kadar savaşa devam edeceğini bildiriyordu. Ancak Rus halkı, Melikof’la aynı fikirde değildi. Nitekim Osmanlı Devleti’nin Berlin Büyükelçiliğinde görev yapan Ahmet Muhip Bey, Hariciye Nezareti’ne gönderdiği yazıda Rusya’da neşredilen yayınlarda Rus halkının savaşın devamından yana olmadığının ve halkın genelinin barış istediğinin açıkça görüldüğünü ifade ediyordu. Hakikaten Rus halkı, Ahmet Muhip Bey’in de ifade ettiği gibi barıştan yanaydı ve savaşın son bulması halinde huzurun sağlanacağına inanıyordu…

Birinci Dünya Savaşı, yüzyıl dönümünde düzenlenen akademik çalışmalarla dört yıl boyunca değerlendirmelere tabi tutuldu. Savaşın birçok boyutuna temas edilen bu faaliyetlerde, Irak Cephesi ve özellikle de Kut’ülamare Zaferi daha önce olmadığı kadar gündemde kaldı. Birinci Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’da Türk ve İngiliz ordularının karşı karşıya geldiği savaş alanlarından biri olan bu bölge, Türkiye’deki askerî tarih araştırmalarında yüzyıl sonra geniş bir yere sahip oldu. 

Irak Cephesi’nde İngilizler ile Türkler arasındaki mücadele, 1914 Kasımından, 1918 Kasımına kadar sürerken Basra Körfezi’ndeki Fav kasabasından, Musul’a kadar uzanan arazi, Türklerden İngiliz yönetimine geçmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın Türkiye için başladığı andan itibaren Irak’ta Anadolu’ya doğru çekilen ordunun çoğunlukla savunma muharebeleri vermesine şahit olunacaktır. 

Irak’ta cephe açılması

Irak’ın Birinci Dünya Savaşı’nda, İngilizler tarafından işgal edilmeye başlanmasının sebebi üzerine düşünen İngiliz askerî tarihçisi Basil Liddell Hart, bölgenin “askerî kaynakları tüketmek için açılan” muharebe alanlarından biri olduğunu söylemektedir. Ona göre Irak’a birlik sevk etmek, askerî gerekçeden ziyade, siyasî gerekçe ile izah edilebilirdi. Irak’ın işgali İngiliz itibarını attırmaya yarayacaktı. Zira İran Körfezi yakınlarındaki petrol yatakları İngilizler için hayati öneme sahipti. Bu yüzden Türklerle savaş çıkmadan önce bir tümen Hint askeri, petrol yataklarının muhafazası için sevk edildi. Bu görevin etkili bir şekilde yerine getirilebilmesi için gerekli noktalara hâkim olabilmek amacıyla Basra’nın işgali önem kazandı…
 

Birinci Dünya Savaşı’nın, Osmanlı sınırlarındaki ilk ateşi, Doğubayezıt’ın kuzey hududundan gelen Rus saldırısı ile parlar; Kafkas cephesi açılmış olur. Kars ve Ardahan 93 Savaşı’ndan beri Rusların elindedir. İlk hamlede Kars’tan yürüyen Rusyalı, Eleşkirt ve Pasinler’e iner. Rus kuvvetleri Osmanlı’dan 42 tabur, 90 süvari bölüğü ve 94 top fazladır.
Üçüncü Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa, Erzurum’a çekilerek bir savunma hattı tutmak kararındadır. Ancak, Genelkurmay’dan, Köprüköy’de Aras’ı geçmiş olan düşman üzerine yürümesi emri gelir. 7-9 Kasım günlerinde Köprüköy vuruşmalarında Rus kuvvetleri Aras’ın ötesine, sırtlara atılır. 12 Kasım’da başlayan yeni bir hareketle düşman birlikleri bozularak, çekilmeye zorlanır. Ancak, Osmanlı birliklerinde ikmal zorlukları olduğundan düşman gerektiği gibi takip edilemez. 16-17 Kasım günü Köprüköy’den bir günlük mesafede, Horasan’ın üstünde, Azap mevkiine çekilmiş olan Rus kuvvetlerine saldırılır. Azap’taki çarpışmaları da Türk birlikleri kazanır; ancak, iyi keşif yapılamadığı, irtibatlar kurulamadığı için düşmanın çekilmesi değerlendirilemez. Bu sırada, ordusuna moral vermek üzere Sarıkamış’a gelmiş olan Rus Çarı, Osmanlı keşif kolunun yanından geçer; keşif kollarına zorunlu olmadıkça ateş etmemeleri emri verildiği için, Çar hayatını kurtarmış olur yahut esaretten kurtulur…
 

Osmanlı Hükûmeti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılma kararının oluşmasında asıl etkin unsur Çarlığın İstanbul ve Boğazlar’a yönelik politikası olmuştur. Rusya’nın kara gücüne kesinkes ihtiyaç duyan İngiltere ve Fransa’nın Çarlığı kendi saflarında tutabilmek için İstanbul ve Boğazlar yönünde cesaretlendirmesi sonucunda Çarlık Rusyası’nın bilinen tarihî emelleri doğrultusundaki yayılmacı siyaseti 1914’ün başı itibariyle oldukça aşikâr bir hale gelmişti. İngiltere ve Fransa’nın Rusya’yı yanlarında tutmak yönündeki birincil; her şeyin üstüne çıkardıkları bu siyaset, Temmuz – Eylül 1914 döneminde Osmanlılara gûya teklif edilen içi boş ve kayda değer hiçbir niteliği haiz olmayan toprak bütünlüğüne dair sözde garantilerin de arkasında yatar. İtilâf Blokunun hasmane tavır ve yaklaşımlarının yanı sıra Çarlığın öne çıkarttığı siyaset muvacehesinde Osmanlı Hükûmeti’nin elinde savaşa müdahil olmaktan başka geçerli bir seçenek kalmamıştı. Bu en can alıcı husus, bir diğer deyişle Osmanlı İmparatorluğu’nun meşrû müdafaa içinde olduğu, geçen zaman içinde unutulmuş; Osmanlıların modern dünyayı doğurmuş Büyük Savaş’a Avrupalı bir devlet sıfatıyla ve karşılarına dikilmiş tüm güçlükler ve sayısız dezavantajlarına rağmen vatanın müdafaası uğrunda taraf olmak zorunda kaldığı hafızalardan silinmiştir. Lâkin, bu en esaslı noktanın zemininden yola çıkmayan anlatılar, muzaffer İtilâf Blokunun liberal-emperyalist izahat yekûnunun sultası altına girmeye, emperyalist anlatının çizgisinde anlamsız tekrarlar teşkil etmeye mahkûmdur.  İstanbul, savaşın “yani büyük ikramiye”siydi; Rusya’nın tatmin olmasını sağlayacak başka hiçbir toprak parçası yoktu…

Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yılı münasebetiyle 2014 yılından itibaren Türkiye ve Avrupa’da çok sayıda farklı anma etkinlikleri düzenlendi ve halen düzenlenmektedir. Bu bağlamda siyasetçi, bilim adamı, sanatçı ve ilgililerin katıldığı kongre, sempozyum, panel ve sergiler düzenlendi, filmler çekildi, anma törenleri yapıldı, nutuklar atıldı. En son 11 Kasım 2018 tarihinde Fransa’da dünyanın önde gelen siyasi liderlerinin de katıldığı toplantı ile Birinci Dünya Savaşı’nın, insanlık tarihi ve medeniyeti sürecinde ne denli vahşi ve sefil bir dönem olduğuna vurgu yapılarak, Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yılını anma etkinlikleri son buldu. Fransa’daki anma etkinliği, daha çok  Compiègne Ormanı’nda yer alan Rethondes Garı’nın çevresinde gerçekleşmiştir. Zira Rethondes Garı’ndaki bir tren vagonunda, 11 Kasım 1918’de Almanlara imzalatılmış olan ateşkes antlaşması, Birinci Dünya Savaşı’nın sonu olarak kabul edilmektedir. 
Yukarıda bahsettiğimiz anma etkinlikleri çerçevesinde Birinci Dünya Savaşı farklı perspektiflerden, farklı kaynaklardan ve farklı kişiler tarafından anlatılmaya ve anlaşılmaya çalışıldı. Bu bağlamda, bu “topyekûn” savaşın cepheleri, devletlerin bloklaşmaları, ekonomik ve insan kaynakları, sosyo-kültürel yapıları, sonuçları vb. gibi birçok konu ele alındı ve sonuçlar çıkarılmaya çalışıldı. Kanaatimizce bu 20. yüzyılın ilk küresel buhranında ve dünya tarihinin ilk dünya savaşında Müslümanların durumu ve İslam coğrafyasındaki savaş faaliyetleri, yeterince irdelenme alanı bulamadı. Hâlbuki günümüzde nüfuslarını Müslümanların oluşturduğu bağımsız devletlerin tamamı (Türkler hariç) Birinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı Ağustos 1914’de başladığında İslam coğrafyasındaki tek bağımsız devlet, Osmanlı Devleti idi. İran, Afganistan ve Fas’ın statüleri tartışmalı, diğer coğrafyalardaki Müslümanlar ise sömürge altında idiler. Dolayısıyla günümüzde yaşayan Müslümanların, devlet yapılarını, sosyo-ekonomik durumlarını, hukuk düzenlerini özellikle din algılarını anlayabilmek için Birinci Dünya Savaşı sürecini, öncesini ve sonrasını bilimsel olarak iyi araştırmak gerekmektedir.
 

Osmanlı ordusu, Birinci Dünya Savaşı cephelerinde dörtlü bir askerî ittifakın parçası olarak çarpıştı. Batı dillerinde “Merkez Güçleri” olarak anılan bu stratejik işbirliğinin Türkçe karşılığı “İttifak Devletleri” olarak bulunmuştu. Söz konusu ittifakı oluşturan dört devletin de Cihan Harbi sonrası ortak kaderi, büyük toprak parçalarını kaybetmek ve rejim değişikliği/işgale mahkûm kalmak oldu. İttifakın Türkiye dışındaki diğer üç üyesi olan Almanya, Avusturya ve Bulgaristan İkinci Dünya Savaşı’nda bir kez daha ittifak kurup kaybettiklerini yeniden kazanmaya çalıştılarsa da, bu ikinci topyekûn harpten de mağlup ayrıldılar. 

Dört ülkede de ilk büyük savaşın resmî tarihi yazılırken mağlubiyetin faturası yerli siyasi ve askerî karar alıcıları kadar yabancı müttefiklere de çıkarıldı. Türkiye’de bu hikâye daha ziyade, “maceracı İttihatçılar” ve “uğruna imparatorluk feda ettiğimiz vefasız Almanlar” ekseninde kurgulandı ve bir asır içinde kemikleşerek günümüze dek geldi. Cihan Harbi’nde ordu komutanlığına kadar yükselmiş olan Cumhuriyet’in bânisi Mustafa Kemal Paşa’nın o dönemde, Başkomutan Vekili Enver Paşa ve Alman General Liman von Sanders Paşa ile yıldızının barışmamış olması da, bu tarih anlatısının şekillenmesinde müessir oldu...
 

Cihan Harbi’nin bir muhasebesini yapmak sona erişinin 100. yılında tarihçilerin güncel görevleri arasında olsa gerek. 600 yıllık bir imparatorluğun kısa bir sürede tasfiyeye uğraması ve ardından farklı bir anlayışla yeni bir siyasal yapının, Cumhuriyet Türkiyesi’nin inşası bu sürecin çok yönlü bir biçimde irdelenmesini gerektiriyor. Savaşın başlangıcından, evrelerine ve nihayet sonuçlarına değinmek bizlere 20. yüzyılın kapılarını açıyor. Bu güne değin çoğu kez savaşın getirdiği yıkım, doğurduğu askerîsiyasî sonuçlar ön planda yer almış. Oysa Cihan Harbi ile birlikte Osmanlı toplumu köklü sosyo-ekonomik ve kültürel değişime uğruyor. Kuşkusuz savaş genellikle insanlık
tarihin karanlık yüzü. Hele 20. yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı 18. Yüzyılla birlikte Aydınlanma düşüncesinin akılcılığıyla, rasyonalitesiyle bağdaşmayan paradoksal sonuçları. Kapitalizmin ve demokratik düşüncenin
evrildiği ve büyük umutlarla geleceğe yöneldiği koskoca 19. yüzyıl dört yıl gibi bir zaman diliminde, Cihan Harbi’yle, değerlerinin önemli bir kısmını yitiriyor. Milyonlarca insan yeryüzünü paylaşım savaşlarında telef oluyor, geriye yüzyılların birikimi yıkıma uğramış kentleri bırakıyor…
 

ARŞİV