NİHAT ÜLNER* Bildiğiniz gibi, geçen yıl ‘Siyasallığın İcadı’ adlı kitabınızın Türkçe çevirisi yayımlandı. Siyasallığın İcadı’nın ilk iki bölümü ile daha önce yazdığınız “Risk Toplumu” adlı kitabınız arasında belirli bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ne gibi bir bağlantı, devamlılık söz konusudur bu iki kitabınız arasında?
ULRICH BECK: “Risk Toplumu”nda, risk kavramını henüz ayrımlaştırmamıştım. Sosyoloji ve doğabilimlerine dair tartışmalarda bu kavram genellikle “denetlenebilir güvensizlik” biçiminde yorumlanagelmiştir. Ne var ki bu tanım, tam da benim tespitimle çelişen bir tasarımdan kaynaklanmakta; çünkü sınaî üretimin, artan ölçüde kurumsal denetlenebilirliğin ötesine taşan sonuçlarıyla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu durumu, bir kaza örneğiyle aydınlatmaya çalıştım. Sanayi kazalarıyla ilgili istatistikler, çoğunlukla zaman ve mekân açısından sınırları olan bir olaydan yola çıkar. Halbuki Çernobil, ekolojik tehdit ve deli dana hastalığı örneklerinde olduğu gibi sanayi üretiminin uzun süreli, gizil sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bu sonuçlar, üretimin yapıldığı yerlerde ortaya çıkmadıkları gibi, garip bir kozmopolit nitelik kazandılar, günümüzde de her yerde mevcut durumdalar. İşte “risk toplumu” kavramı aslında tam da bu duruma işaret eder. Dolayısıyla risk toplumu kavramını tam olarak Siyasallığın İcadı’nda ayrımlaştırdığımı söyleyebiliriz; daha önce ayrımlaşmamış bir risk kavramını kullanmış ve bu denetlenemezliği merkezî bir konuma yerleştirmemiştim.
Bu denetlenemezliğin birçok fenomeni, belirtisi var. Öncelikle, normal risklerin sigortalı ve sigortalanabilir olması üzerinde durulmaktadır. Örneğin bir araba satın alıp sigorta poliçesi olmadan dolaşırsanız suç işlemiş olursunuz. Sigortalama ilkesi, risklerle baş etmeye yönelik çok eski bir mantığın ürünüdür: Bir tür havuzda toplanan paralarla, bir kaza durumunda zararların tamamıyla tek bir kişiye yüklenmemesinin, parayı verenlerin arasında paylaştırılmasının önşartları yaratılır. Ekonomik rasyonellik bu anlamda denetlenebilirliğin ya da denetlenemezliğin önemli bir göstergesidir. Çünkü sigorta şirketleri, bir kazanın meydana gelmesi durumunda zararları ödemek zorundadır. Ne var ki, gittikçe artan ölçüde bu sigortalama mantığını aşan risklerle karşı karşıya kalmaktayız.
Bu durum, örneğin, sigortalama ve yükümlülük konusunun tümüyle muğlak olduğu genetik manipülasyona uğramış gıda maddeleri için geçerlidir. Daha önceleri bu durum, yalnızca devlete ait sigorta kurumları tarafından, üstelik de ancak çok sınırlı bir ölçüde sigortalanan atom santralleri için de geçerliydi. İnsan genetiği ve bugünlerde büyük bir şevkle yürütülen gen teknolojisi çalışmaları ile ilgili bütün sıkıntılar için de aynı şey söz konusudur. Sorulacak soru hep şudur: İşler gerçekten ters gittiğinde kim sorumlu olacak, faturayı kim ödeyecek? Bu sorunun henüz bir cevabı yoktur. Siyasallığın İcadı’nda işte bu mantığı ortaya koymaya çalıştım. Örneğin, belirli teknolojilerin, belirli üretim yöntemlerinin, belirli ürünlerin güvenli olduğunu iddia eden teknik personel ve şirket yönetimleriyle, kötü bir şey olduğunda zararı ödemek zorunda olan sigorta şirketleri arasında bir çelişkinin meydana geldiğini, sigortacılarda eleştirel bir tutumun ortaya çıktığını gösterdim. Sigorta şirketleri, özel sektörün iddialarına gerçekten de eleştirel bir gözle bakmaktadır. Bu anlamda risk toplumu bana göre aynı zamanda kendi kendini eleştiren bir toplumdur, çünkü artık bütün toplumsal kesimler ilerlemecilik bayrağı altında toplanmıyor: “Yeşiller”in yerel yönetimler ve parlamentoda yer aldığı ya da riskli üretim süreçlerinden kâr eden başka sanayiler çoğaldığı ölçüde, aynı ilerleme süreci konusunda farklı görüşler mevcut olacaktır. Zira, üretimde doğan riskleri bir ticarî faaliyet alanı olarak seçen sanayiler, kariyerlerini bu alana yönlendiren uzmanlar var. Bu anlamda risk toplumu özeleştirel bir toplumdur işte. Siyasallığın İcadı’nın “Ahlâkî Bir Gençlik Pınarı Olarak Ekoloji” ve “Eleştirel Kuramdan Risk Toplumunun Özeleştirisine” başlıklı bölümlerinde, bütün bunları ayrıntılı bir biçimde ayrıştırmaya çalıştım…