24 Haziran 2018 Siyaset Tarihimizin Yeni Miladı - Ne oldu?, Nasıl oldu?, Ne olacak?

Mustafa Çalık, Ali Yaşar Sarıbay, A. Selim Hâfızoğlu, Erol Göka, Tanel Demirel, Mustafa Altunoğlu, Cengiz Anık, Burak Bilgehan Özpek, Ulrich Beck ile mülâkat, Ersan Şen, Murat Beyazyüz, Servet Mutlu, Mutlu Yıldırım

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Yaz Mektubu

24 Haziran’da Türkiye, yine “kritik” bir seçime sahne oldu. Neredeyse son on yıldır, hep “kritik” seçimleri tecrübe ediyor; hemen her seçimi, tâbir yerindeyse bir “son hesaplaşma” ânı gibi yaşıyoruz. Hem iktidar hem muhalefet, seçimi bir varlık-yokluk/ölüm-kalım meselesi hâline getirmekten imtinâ etmiyor.

MAKALELER

Halkın kendi kendisini yönetttiği, vatandaşların devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu ve siyasilerin halk tarafından denetlenebildiği bir yönetim biçimi olan demokrasi, genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen özellikle eski Yunan’daki filozoflar Aristo ve Eflatun tarafından eleştirilmiş, halk içinde “ayak takımının yönetimi” gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirilmiştir. En başından itibaren partizan, çatışmalı, siyasi yönetim felsefelerini ve toplumsal sınıfları ayıran bir sözcük olarak kabul edilip, iyi bir siyasi yönetimin zorunlu koşulu olmakla birlikte, yeter koşulu olmaktan uzak olduğu belirtilmiştir (Crick, 2012: 21). Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir.

Asıl dönüm noktasını 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız İhtilali ile yaşayan demokrasi, özellikle insan hakları, özgürlük ve eşitlik anlayışı gibi oldukça önemli konuları dünya gündemine taşımıştır. Bugün artık siyasi yelpazenin farklı kesitlerini temsil etmesine rağmen demokratik olduğunu iddia etmeyen bir rejim bulmak oldukça güçtür. Çok sayıda farklı tanımı yapılan demokrasinin, Diamond’ın (1996: 21) belirttiğine göre, Collier ve Levitsky tarafından 550 değişik biçimi ortaya konmuştur. Bu kadar farklı demokrasi biçiminin olmasının nedeni siyasal rejimlerin demokrasiye referansla kendilerini meşrulaştırma çabası içinde olmalarıdır. Finer 1962 yılı sonunda kaleme aldığı “At Sırtındaki Adam” adlı eserinde, askeri diktatörlerin bile rejimlerini süsledikleri resmi etiketlere demokrasi kelimesini eklediklerini söylemiştir. O yüzdendir ki bugünün dünyasında tek tip bir demokrasi modeli görmek imkânsızdır. Her ülke kendi toplumsal ve ekonomik yapısına göre uygun demokrasi modelleri geliştirmiş veya geliştirilen demokrasi modellerinden birini tercih ederek modernleşme yolunda mesafeler kaydetmiştir...

Gerçek İslâm’a dair soruşturmalar için İslâm’ın ortaya çıktığı devrin iyi bir dayanak noktası olacağını kabul ediyoruz ve o devrin uygulamalarına gözlerimizi çeviriyoruz. Bu soruşturma sürecinde İslâm’ın ortaya çıkışı ile o devrin bazı özellikleri arasındaki ilişkilere de temas etmemiz gerekiyor. Bir dinin, temel inanç esasları bağlamında ortaya çıkışı ilahî takdirin bir sonucu olarak görülse bile o dinin ortaya çıkış şekli, ilk buyrukları, tebliğ usulleri, kullanılan dil ve üslup ve insanları tebliğ edilene ikna etmek için kullanılan araçlar dinin ortaya çıktığı devrin, topluluğun, coğrafyanın özelliklerinden bağımsız değildir. Bu ilişkiyi gerek semavi dinlerin, gerek semavi olmayan dinlerin ortaya çıkışında tekrar tekrar tespit etmek mümkündür. Mesela antik Yunan’da antropomorfik (insan biçimli) tanrı inancının belirmesi insanın kendi zekâsına ve bedenine güvenini arttıran sosyal inşa gelişmeleriyle ilişkilidir. Antropomorfik tanrı inancının hâkim olduğu devirlerde insan bedeninin mükemmelliğine ve fiziksel görünüme verilen önemin de belirgin olarak artmış olduğu görülebilir. Hz. İsa’nın göstermiş olduğu mucizeler de kendi devrinde tedavi edici ilimlerin revaçta olmasıyla ilişkilendirilebilir. Hastaları iyileştirme, ölüleri diriltme gibi mucizeler, hastaları iyileştirme çabasının ön planda olduğu bir dönemde etkili olabilirdi. Hastalığın ve ölümün ve bunlardan kurtulmanın tamamen yazgı ile ilişkilendirildiği Homeros devrinde Hz. İsa’nın mucizelerinin bir çarpıcılığı olmazdı, çünkü bu mucizelerin sonuçları da doğrudan yazgı ile ilişkilendirilirdi.

Gerçek İslâm ilkel bir toplulukta mı ortaya çıktı?

İslâm dininin ortaya çıktığı coğrafya Arap Yarımadasıdır ve bu yarımada o dönemde herhangi bir imparatorluğun veya devletin idaresi altında değildir. Kuzeydoğusunda Sasani İmparatorluğu, Kuzeybatısında Doğu Roma İmparatorluğu bulunan bu yarımada doğal kaynaklar ve verimli araziler bakımından dikkat çekici olmadığı için her iki imparatorluk da bu toprakları kendi sınırlarına dâhil etmeye kalkışmamışlardır. Yarımadada yaşayan Araplar kabileler halinde yaşamaktadırlar ve henüz siyasi organizasyon açısından devlet düzeyine varmış bir yapılanma söz konusu değildir. Bununla beraber yarımadadaki yaşantının temel ihtiyaçlar etrafında şekillenen ilkel kabile yaşantısı olduğu söylenemez. İslâm’ın ortaya çıktığı yedinci yüzyılda Arap Yarımadasında yerleşik hayatın sürdüğü, ticaret, tarım ve hayvancılığın yapıldığı kentler vardır. Mekke bu kentlerin en önde gelenidir. Köy ve kentlerde yerleşik biçimde yaşayan ve “hadari” denilen topluluklardan başka yarımadada göçebe tarzda yaşayan bedeviler de bulunmaktadır ve bedeviler o zaman için de medeniyetten daha az nasibini almış kaba kimseler olarak görülmektedir. Bir de hayvancılık sebebiyle göçebe tarzda yaşayan kabileler mevcuttur. Bu kabileler küçük gruplar halinde yağma ve çapulla yaşayan bedevilerden farklı olarak daha organize bir yaşam tarzına sahiptirler. İslâmiyet Mekke kentinde ortaya çıkmıştır ve bu kent hem önde gelen Arap kabilelerinin yaşadığı yer olması hem de ticari, kültürel ve dini açıdan merkez özelliği taşıması bakımından önemlidir. Hz. Muhammed de Mekke’de yaşayan en güçlü kabile olan Kureyş kabilesine mensuptur.  

Hukuk sistemi acayip, insanlar tuhaf; herkesi memnun etmek, herkesin ihtiyaçlarını karşılamak, çelişkileri gidermek, dertleri bitirmek imkânsız. Suçlanan suçsuz olduğunu, suçlu bulunan haksız yere cezaevine koyulduğunu, bir an evvel çıkarılması gerektiğini ifade ediyor; suçlayan, mağdur olduğunu söyleyen ise derhal ceza, adalet ve ağır infazlar istiyor. Bazen suçlanan mağdur, mağdur ve yargılayan da suçlanan olabiliyor ki, menfaatler ve talepler hemen yer değiştirebiliyor. Herkes adalet, eşitlik ve eşit muamele bekliyor, ancak bu beklenti gerçeğe dönüşemiyor veya gerçekleştiğine dair toplumda genel bir kabulün varlığı veya ortak algının oluştuğu tespit edilemiyor.

Kafalar karışık. Bir gerçek var; toplum olmak, toplumsal hayatı sürdürmek, hukuk düzeninin varlığını zorunlu kılıyor. Bunun da yolu kanunlaştırma çalışmalarında ve kanunların tatbikinde hukukun evrensel ilkelerinin ve esaslarının gösterdiği yolda ilerlemektir. Hukukun evrensel ilke ve esaslarına yaklaşmada ve bir toplumu oluşturan bireylere yaymada ne kadar başarılı olunabilirse, ”adalet” kavramı da o ölçüde ete kemiğe bürünebilmektedir. Tersi durumda, sözde ve yazıda kanunlardan ve adaletten bahsedilse de, sağlanamayan veya korunamayan toplumsal inançtan ve ortaya çıkan güvensizlikten dolayı, giderek sayısı artan ve niceliği büyüyen şikâyetleri ve mutsuzlukları görüp dinleriz.

Hiç bitmez; herkes hemen adaletin tecellisini ve sorunların çözümünü ister. O halde kim haklı? Milletin kabul ettiği kanunlara uymadıkları için cezalandırılan veya cezalandırılmaları gerekenler mi, yoksa mağduriyetleri giderilemeyen veya geciktirilen veya adaleti bulamayacaklarına inananlar mı? Çetin soru budur: kim haklı?..

NİHAT ÜLNER* Bildiğiniz gibi, geçen yıl ‘Siyasallığın İcadı’ adlı kitabınızın Türkçe çevirisi yayımlandı. Siyasallığın İcadı’nın ilk iki bölümü ile daha önce yazdığınız “Risk Toplumu” adlı kitabınız arasında belirli bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ne gibi bir bağlantı, devamlılık söz konusudur bu iki kitabınız arasında?

ULRICH BECK: “Risk Toplumu”nda, risk kavramını henüz ayrımlaştırmamıştım. Sosyoloji ve doğabilimlerine dair tartışmalarda bu kavram genellikle “denetlenebilir güvensizlik” biçiminde yorumlanagelmiştir. Ne var ki bu tanım, tam da benim tespitimle çelişen bir tasarımdan kaynaklanmakta; çünkü sınaî üretimin, artan ölçüde kurumsal denetlenebilirliğin ötesine taşan sonuçlarıyla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu durumu, bir kaza örneğiyle aydınlatmaya çalıştım. Sanayi kazalarıyla ilgili istatistikler, çoğunlukla zaman ve mekân açısından sınırları olan bir olaydan yola çıkar. Halbuki Çernobil, ekolojik tehdit ve deli dana hastalığı örneklerinde olduğu gibi sanayi üretiminin uzun süreli, gizil sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bu sonuçlar, üretimin yapıldığı yerlerde ortaya çıkmadıkları gibi, garip bir kozmopolit nitelik kazandılar, günümüzde de her yerde mevcut durumdalar. İşte “risk toplumu” kavramı aslında tam da bu duruma işaret eder. Dolayısıyla risk toplumu kavramını tam olarak Siyasallığın İcadı’nda ayrımlaştırdığımı söyleyebiliriz; daha önce ayrımlaşmamış bir risk kavramını kullanmış ve bu denetlenemezliği merkezî bir konuma yerleştirmemiştim.

Bu denetlenemezliğin birçok fenomeni, belirtisi var. Öncelikle, normal risklerin sigortalı ve sigortalanabilir olması üzerinde durulmaktadır. Örneğin bir araba satın alıp sigorta poliçesi olmadan dolaşırsanız suç işlemiş olursunuz. Sigortalama ilkesi, risklerle baş etmeye yönelik çok eski bir mantığın ürünüdür: Bir tür havuzda toplanan paralarla, bir kaza durumunda zararların tamamıyla tek bir kişiye yüklenmemesinin, parayı verenlerin arasında paylaştırılmasının önşartları yaratılır. Ekonomik rasyonellik bu anlamda denetlenebilirliğin ya da denetlenemezliğin önemli bir göstergesidir. Çünkü sigorta şirketleri, bir kazanın meydana gelmesi durumunda zararları ödemek zorundadır. Ne var ki, gittikçe artan ölçüde bu sigortalama mantığını aşan risklerle karşı karşıya kalmaktayız.

Bu durum, örneğin, sigortalama ve yükümlülük konusunun tümüyle muğlak olduğu genetik manipülasyona uğramış gıda maddeleri için geçerlidir. Daha önceleri bu durum, yalnızca devlete ait sigorta kurumları tarafından, üstelik de ancak çok sınırlı bir ölçüde sigortalanan atom santralleri için de geçerliydi. İnsan genetiği ve bugünlerde büyük bir şevkle yürütülen gen teknolojisi çalışmaları ile ilgili bütün sıkıntılar için de aynı şey söz konusudur. Sorulacak soru hep şudur: İşler gerçekten ters gittiğinde kim sorumlu olacak, faturayı kim ödeyecek? Bu sorunun henüz bir cevabı yoktur. Siyasallığın İcadı’nda işte bu mantığı ortaya koymaya çalıştım. Örneğin, belirli teknolojilerin, belirli üretim yöntemlerinin, belirli ürünlerin güvenli olduğunu iddia eden teknik personel ve şirket yönetimleriyle, kötü bir şey olduğunda zararı ödemek zorunda olan sigorta şirketleri arasında bir çelişkinin meydana geldiğini, sigortacılarda eleştirel bir tutumun ortaya çıktığını gösterdim. Sigorta şirketleri, özel sektörün iddialarına gerçekten de eleştirel bir gözle bakmaktadır. Bu anlamda risk toplumu bana göre aynı zamanda kendi kendini eleştiren bir toplumdur, çünkü artık bütün toplumsal kesimler ilerlemecilik bayrağı altında toplanmıyor: “Yeşiller”in yerel yönetimler ve parlamentoda yer aldığı ya da riskli üretim süreçlerinden kâr eden başka sanayiler çoğaldığı ölçüde, aynı ilerleme süreci konusunda farklı görüşler mevcut olacaktır. Zira, üretimde doğan riskleri bir ticarî faaliyet alanı olarak seçen sanayiler, kariyerlerini bu alana yönlendiren uzmanlar var. Bu anlamda risk toplumu özeleştirel bir toplumdur işte. Siyasallığın İcadı’nın “Ahlâkî Bir Gençlik Pınarı Olarak Ekoloji” ve “Eleştirel Kuramdan Risk Toplumunun Özeleştirisine” başlıklı bölümlerinde, bütün bunları ayrıntılı bir biçimde ayrıştırmaya çalıştım…

“Arzu tatmin edilmedikçe şiddetlenir” fakat 24 Haziran seçim sonuçları bu önermeyi siyasete uyarlarken daha dikkatli olmamız gerektiğini gösterdi. Bir tarafta, 16 senedir iktidar arzusunu sürekli olarak tatmin eden Recep Tayyip Erdoğan’ın arzu nesnesine yönelik hevesini kaybetmediğine şahit olduk. Diğer tarafta, kaybetme ile olan ilişkileri gittikçe arabesk bir hal alan Erdoğan muhaliflerinin tatmin edemedikleri arzularından şaşırtıcı bir şekilde vazgeçişlerini de gördük. Bu siyaset adına umut veren bir durum değil. Rekabetin devam edeceğine ve karar verici elitin siyasi kanallarla değişeceğine dair beklenti ne muhalefete ne de iktidara mütemayil çevreler tarafından dile getiriliyor. Zira Erdoğan girdiği her yarışmayı kazanıyor ve kazandıkça sakinleşmek yerine bir sonraki yarışma için duyduğu heyecan ve hevesi perçinleniyor. Hal böyle olunca, diğer yarışmacılar kazanmak ve kaybetmekten ziyade oynanan oyunun, girişilen yarışın anlamını sorgulamaya başlıyorlar. Bu durum, Erdoğan’a ubermensch sıfatının atfedildiğini de ima ediyor. Dolayısıyla, arzunun gerçeğin duvarına, yani Erdoğan’ı mağlup etmenin imkansızlığına, çarpıp dağıldığını, bir fanteziye dönüştüğünü kabul etmiş oluyorlar. Vazgeçilen arzu değil... Vazgeçilen bir fantezi artık. Bu vazgeçen için maliyetsiz ve üzücü olmayan bir kabullenişi beraberinde getiriyor. Üzücü olan, kabullenişin sadece muhalifleri ilgilendiren bir konu olmaması. Aynı zamanda Türkiye siyaseti de öyle ya da böyle tükeniyor. İdeolojiler, siyasal programlar, projeler, liderler, siyasi partiler anlamlarını kaybettikçe hayatın kendisine içkin olan kriz ve çatışmaların çözümü için şahsi kaprisler, klikler arası hesaplaşmalar, aslı astarı olmayan duyum ve dedikodular ve saray entrikaları ön plana çıkıyor. Siyaset aslında ölmüyor, sadece hayatta iken çürüyor…

Cumhuriyet Tarihinin en önemli ve en stratejik seçimini 24 Haziran 2018 tarihinde icra ettik. Neden önemli ve stratejik olduğuna dair pek çok tartışma yapıldı. Pek çoğu devam ediyor ve edecek.

Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bakanlıklar, başkanlıklar, kurullar, ofisler ve bağlı kuruluşlar oluşturuldu. Başbakanlık artık yok, başbakanlık bürokrasisi de. Pek çok müsteşarlık, genel müdürlük, daire başkanlığı ortadan kalktı. Bunların bir kısmı cumhurbaşkanlığı bünyesinde farklı bir isimle teşekkül ettirildi. Kural koyma, atama, görev, yetki, yükümlülük dağılımları, norm kadrolar gibi pek çok işlem cumhurbaşkanlığı uhdesine alındı. Yürütme tümüyle yeni bir işlem, ilişki ve hiyerarşi ağına bağlandı. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti devleti; darbesiz, kansız, gürültüsüz, patırtısız bir biçimde, Cumhuriyet tarihinin en köklü ve en kapsamlı yapısal reformuna konu oldu.

Siyasal partilerde de ciddi değişiklikler oldu. AK Parti seçimlerden başarısız çıktı. Seçimlerdeki keyifsiz ve gönülsüz hali gözden kaçmadı. Son dem yürüttüğü seçim kampanyasının parsasını da MHP topladı. Her zamanki gibi Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan tek başınaydı ve seçimin tek başına mutlak galibiydi. Anlaşıldığı kadarıyla da kısa bir süre sonra idrak edilecek kongrede bunun sonuçlarını daha bariz göreceğiz.

Siyasal partiler karşılaştırıldığında kuşkusuz ki seçimin galibi MHP’dir. MHP, seçmenin ihaneti asla affetmeyeceği gerçeğinin nimetine mazhar oldu. Kendisi ciddi bir kampanya yürütmese de, HDP dışındaki siyasal partilerin söylemlerine bir biçimde argümanlarının sirayet etmesinin keyfini çıkardı. Elbette, kendisine ömür biçenlerin de ağzının payını verdi…

24 Haziran 2018 tarihinde, Türkiye’de seçmenler sandık başına gittiler; aynı zarfın içine iki farklı pusula yerleştirerek oylarını kullandılar. Oy pusulalarının biri cumhurbaşkanlığı seçimine münhasırdı. Diğeri ise genel seçimler için hazırlanmıştı. 24 Haziran akşamı oy pusulalarının sayımı neticelendiğinde bir yandan Recep Tayyip Erdoğan’ın diğer yandan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) seçim yarışını rakiplerinin önünde tamamladıkları bir tablo ortaya çıktı. Recep Tayyip Erdoğan 50.068.627 toplam geçerli oyun % 52.9’unu elde etti. AK Parti ise, bir önceki genel seçimle karşılaştırıldığında yaşadığı kayda değer oy kaybına rağmen, 50.137.175 toplam geçerli oyun %42,56’sını alma başarısını gösterdi. Yeni hükümet sisteminin yürürlüğe girişinin eşiğinde bu sonuçlar sayesinde hem Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı görevini bir kez daha üstlenme hakkı kazandı hem de AK Parti hâkim parti vasfını muhafaza edebildiği bir sonuca ulaştı.

3 Kasım 2002 tarihinden başlayıp 24 Haziran 2018’e kadar geçen sürede Türkiye’de 14 seçim yapıldı. Bunlardan 6 tanesi parlamento dağılımını belirlemeye yönelik genel seçimlerdi. Ayrıca, iki kez cumhurbaşkanını ve üç kez yerel yöneticileri belirlemek amacıyla seçmenler sandık başına gittiler. Son olarak 2002-2018 arasında Türkiye’de üç defa referandum yapıldı. Bu referandumların her biri 1982 Anayasası’nda yapılacak bir dizi değişikliğin oylanmasına yönelik idi. Sıralanan seçimlerin tümünde AK Parti az ya da çok beklentilerine karşılık buldu diyebiliriz. AK Parti, 2009 yerel seçimlerinde ve 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde rakiplerini açık ara geride bırakmayı başarsa da kısmî bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Buna karşılık diğer seçimlerin tamamında sonuç AK Parti kadrolarının yüzünü güldürecek cinstendi. Son tahlilde, söz konusu 14 seçimden arta kalan temel bulgu, siyasi tarihimiz içinde daha önce bir benzerine rastlanmayan türden bir başarı örneğidir. Okumakta olduğunuz çalışma, AK Parti’nin 15 yıl boyunca girdiği her seçimde elde ettiği seçim zaferlerinin ardındaki dinamikleri anlama çabasının bir ürünü olarak kabul edilebilir.

Türk siyaseti AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 sonrasında kapsamlı bir değişim süreci içine girdi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana belirleyici bir konumda bulunan askeri-sivil bürokrasi ve onun toplumsal destekçilerinin temsil ettiği güçler koalisyonunun 1950’lerle başlayan güç kaybı doruk noktasına ulaştı. Geleneksel çevre güçlerini temsil eden AK Parti daha önce hiç olmadığı kadar söz sahibi olabildi. AK Parti, hem ordunun siyasal gücünü geriletme ve hem de Cumhuriyetin iki dışlanmış çevre unsuru olan taşralı, kent göçmeni/dindarlar ve Kürtlerin siyasi ağırlıklarını hissettirmelerini sağlamaya yönelik önemli adımlar attı. Cumhuriyet eliti tarafından çoğu zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılan bu kesimlerin eşit vatandaşlık taleplerinin önemli bir kısmı gerçekleşti. AK Parti hükümetleri iktisadi alanda ve kamu hizmetlerinin sunumunda iyileştirmeler yaptığı gibi, bürokratik vesayetten bunalmış ve siyasetten soğumuş insanları da siyasete ısındırdı. Siyasetin hayatlarını değiştirebileceğini gösterdi. Süreç içinde hem devlet ideolojisi hem de devlet mekanizmasındaki kritik pozisyonları ellerinde tutanlar önemli ölçüde değiştiler.  Dinin, dini sembollerin ve dindar olma iddiasını taşıyanların hem devlette hem de kamusal alandaki görünürlükleri hiç olmadığı kadar arttı. Aşina olduğumuz klasik-otoriter laiklik anlayışı büyük ölçüde aşındırıldı. Milliyetçilik ilkesi de giderek İslami kimliğin daha fazla öne çıkarıldığı bir Türklük anlayışını içerir oldu.

Yaşanan büyük değişimin getirdiği nispi güç ve statü kaybı, kendilerini rejimin ve ülkenin sahibi olarak konumlandırmış bulunan eski elit için büyük kaygı ve rahatsızlık demekti. Buna göre, imtiyazlı vatandaşlık hali aşınmıştı ve daha kötüsü de ihtimal dahilindeydi. Kemalist elitler, böylece, eskiye dönüş için her türlü yolu ve aracı kullanmaktan kaçınmadılar. Kibirli üslup, üstü örtülü tehditler ve toptancı bir yaklaşımla iktidarın her yaptığına karşı çıkmak siyaset yapmak olarak sunuldu. 2004/2005 yıllarında yoğunlaştığına dair emareler bulunan darbe hazırlıkları, 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra, AK Parti’ye açılan kapatma davası, 17/25 Aralık 2013 operasyonları ve nihayet 15 Temmuz  2016 darbe girişiminin bu hazımsızlıktan güç aldığını ya da beslendiğini söylemek yanlış olmaz. Kısacası kıran kırana bir iktidar mücadelesi var ve mücadele henüz bitmiş değil. Bu sürecin sancılarını yaşıyoruz…

 


[1]- Esasen bu imtiyazlı hissetme halinin en önemli boyutu rejimin ve onun koruyucusu devletin kendileri gibi düşünenlerin kontrolünde olduğunu bilmekten kaynaklanan üstünlükle karışık bir güven duygusudur. Nuri Conker’in torunu Nur Vergin, “(B)eyaz Türk olarak hangi parti iktidarda olursa olsun toplum içindeki konumumun değişmeyeceğini düşünürdüm. Her zaman ulaşabileceğim, beni dinleyecek ve yardım edecek birileri olduğuna emindim” dedikten sonra, AKP ile birlikte, “imtiyazlı” vatandaşlıktan “düz” vatandaşlığa bir geçiş yaşadığını bu statü kaybının kendisi için olmasa da başkaları için “son derece örseleyici” olabileceğini belirtmişti. Nur Vergin, “AKP Türkiye’nin Emniyet Kemeri,” Mine Şenocaklı ile röportaj, Vatan, 31.12. 2007. 

 

Bazı çokbilmişler, sandıkta tek başımıza oy kullandığımız için seçimleri bireysel tercihlerin toplamı sanıyorlar, topluluk ruhuna millet iradesine inanmıyorlar. Keşke bu bahtsızların bir grup psikoterapisi seansı izleme şansı olsaydı, topluluğun da nasıl ayrı bir canlı varlık olduğunu idrak etselerdi! İnsan ilişkilerinde 1+1=2 değil, 3 tür, zira bir de toplam hâsıla vardır. Aile; anne, baba ve çocuklardan oluşan bir yapı olmanın ötesinde tüm bireylerinin kendisini bağlı hissettiği başka bir şeydir, apayrı ontolojik bir varoluştur, “aile”dir. Toplum da öyle; bir arada yaşamaları bir bayrak, bir devlet, bir gelecek ideali altında birleşmiş, benzer bir yaşama ve zihniyet biçimi oluşmuş insanlar, millettir. Millet de bizim aramızda, bizden farklı bir varoluş olarak nefes alır verir, düşür, seçimlerde millet de konuşur. Lakin onun ne dediğini anlayabilmek herkesin harcı değildir.

1 Kasım 2015 Seçimlerinden sonra Türkiye’de “hâkim parti modeli” diyebileceğimiz bir model olduğundan bahisle hâkim parti modelinde hakem devletin nasıl olabileceğini anlatmaya çalıştık. (https://www.yenisafak.com/yazarlar/erolgoka/hakim-parti-hakem-devlet-2022885) Şöyle tespitler yaptık: “’Hâkim parti modeli’ ile muhalefetin, (demokrasi eksikliği, diktatörlük vs. gibi dışsal nedenlerle değil) bizatihi kendi yapısı gereği, iktidara gelebilecek organizasyon ve program oluşturma gücüne sahip olmadığı, sadece icraatlara yönelik tepkiler vermekle yetindiği, toplumsal ve siyasal temsil ve dönüşüm misyonunu tek başına iktidar partisinin üstlendiği durumu, yani mevcut halimizi kast ediyorum. Türkiye, Ak Partili yıllar boyunca, bu partiyi hep iktidara taşımanın yanı sıra toplumsal merkezi temsil yeteneğini haiz böyle bir parti olduğu sürece, muhalefetten bir iktidar çıkmayacağını da göstermiş oldu. Kendileri başta olmak üzere, artık muhalif partilerden bir iktidar çıkacağına kimse inanmıyor. Geriye dönülüp bakıldığında, değişim konusundaki endişe ve öfkeyi dile getirmekten başka bir iş yapamadıkları,  program düzeyinde bir alternatif ortaya koyamadıkları, giderek genel seçmenden ve ülke yönetimi anlayışından koptukları, belli segmentlerin temsilcisi ve sözcüsü olmaya doğru sürüklendikleri daha net görülüyor… 

24 Haziran 2018 seçimleri daha önceki seçimlerden farklı olarak yasama ve yürütmenin eş zamanlı ve ayrı ayrı yapıldığı seçimler olarak farklı değerlendirilmeyi gerektirmektedir. Cumhurbaşkanlığı Sistemi gereği seçmenler yürütmeyi ve yasamayı aynı tarihte olsa da ilk defa farklı belirleme imkânına sahip olmuşlardır. Bu seçimlerde, ayrıca, “ittifak sistemi” sayesinde 1983’ten bu yana tartışılan %10 baraj engeli de fiilî olarak etkisizleştirilmiştir. Getirilen “ittifak sistemi” ile 1983’ten bu yana temsil kabiliyeti en derin ve kapsayıcılığı en geniş TBMM kompozisyonu ortaya çıktığı gibi, hemen hemen bütün siyasî oluşumların yasama organında ifade bulması da mümkün olmuştur. Bu yönüyle yıllardır tartışılan temsilde adalet ve yönetimde istikrar, her iki kavramdan biri lehine tercihte bulunmaksızın kendi içinde sağlanmış bulunmaktadır. Yasama ve yürütmenin ayrı ayrı seçimlere konu edilmesi her iki seçim sonuçlarını ayrı ayrı analiz etmeyi gerektirmektedir.

Öncelikle 1960’lardan bu yana sürekli tekrarlanan %30- %70, bazen %40- %60 sağ ve sol ayrışması bu seçimde aşınmış, başka bir ifade ile seçim sonuçlarını artık klasik sağ-sol ayrışması ile açıklamak artık mümkün olmaktan çıkmıştır. AK Parti ve MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın aldığı %52,5 oranındaki oy, geleneksel sağ-sol ayırımı ile açıklanamamaktadır. Aynı şekilde Millet İttifakının içinde yer alan Saadet Partisi’nin bu manada “sağın dışında” bir parti olması, İyi Parti’nin milliyetçi/ulusalcı bir söylem ve zemine sahip olması bizi daha farklı bir perspektifle olaya bakmaya zorlamaktadır. Cumhur İttifakı adayının aldığı oylar MHP ve AK Parti’nin toplam oylarına denk gelmektedir. Fakat bu bloku “sağ”, karşı bloku “sol” olarak değerlendirmek açıklayıcı olmaktan uzaktır…

İki seçimin iç içe gerçekleştiği 24 Haziran’da, seçmenler bir yanda Cumhurbaşkanının kim olacağına, aynı zamanda, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin resmen yürürlüğe gireceğine karar verirken; öbür yanda TBMM’de milletvekili olarak kimlerin yer alacağını da belirlemiştir. Sonuç; Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı (%52.6 oyla) seçilmesi, AK Parti’nin (%42.6 oyla) Meclis’te birinci parti olarak yer alması şeklinde tecelli etmiştir. 

24 Haziran seçiminin en önemli özelliği, siyasi partilerin oluşturdukları ittifaklar arasında bir yarış şeklinde gerçekleşmiş olmasıdır. Esas siyasal yarış, AK Parti, MHP ve BBP’den oluşan “Cumhur İttifakı” (%53.7 oy oranı) ile CHP, İYİ Parti, SP ve DP’den meydana gelen “Millet İttifakı” (%33.9 oy oranı) arasında vuku bulmuş; bu ittifaklar dışında kalan HDP (%11.7 oy aranı) %10 seçim barajını açarak Meclis’e girmiştir.

Cumhurbaşkanlığı için yarışan 6 aday olmuş; bunlardan Recep Tayyip Erdoğan (%52.6 oy oranı) ile birinci gelmiş; CHP adayı Muharrem İnce ikinci (%30.6), HDP adayı Selahattin Demirtaş (%8.4) üçüncü, İYİ Parti adayı Meral Akşener (%7.3) dördüncü ve Saadet Partisi adayı Temel Karamollaoğlu (%0.9) beşinci, Vatan Partisi adayı Doğu Perinçek (%0.20) altıncı olmuştur.
 

ARŞİV