Ortadoğu...Siyasetin akaid'e, akaidin saltanata, düşüncenin keramete, cinayetin ibadet'e inkılabı...

Mustafa Çalık, Mustafa Öztürk, Murat Beyazyüz, Selim Öztürk, Ali Bademci, İlker Eralp, Mustafa Kahramanyol, Sergey Lavrov, Tuncay Önder

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Mektup

Orta-Doğu kadar i’tikadî ve büyük ölçüde buna bağlı kültürel yapının sosyal ve siyasî sahayı tâyin ettiği bir coğrafya Dünyanın başka neresinde vardır, diye sorsak herhalde gösterecek yer bulamayız.

MAKALELER

Uluslararası ilişkiler matrisi her türbülans döneminden geçtikçe, Rusya, bir kez daha kendini küresel gelişmelerin yönünü belirleyecek önemli eğilimlerin kavşağında bulacaktır. Rusya’nın uluslararası durumu ve dünyadaki konumunun yeterince akil bir biçimde değerlendirilip değerlendirilmediği konusunda farklı görüşler ve şüpheler beyan edilmektedir. Ben bunları Batı taraftarı liberaller ve Rusya’nın özgün bir yol takip etmesini savunanlar arasındaki bitip tükenmeyen tartışmaların yankısı olarak algılıyorum. Hem ülke içinde hem de dışında, Rusya’nın geri kaldığı başkalarının icat ettiği kurallara  uyum sağlaması, bunları takip etmesi ya da uyması konusunda mahkum olduğunu  ve bu nedenle uluslararası ilişkiler arenasında  doğru bir rol üstlenemeyeceğini savunan pek çok kişi  var. Bu bağlamda izninizle, tarihi gerçeklikleri hatırlatarak ve bugünle bir takım paralellikler çizerek bazı görüşlerimi belirtmek istemekteyim.

Tarihî süreç
Dış politikanın tarihî kontekstte bağımlılığı olmadan kendini kanıtlamasının imkânsız olduğu bir gerçektir. Geçmişe ilişkin bu referans son zamanlarda kutladığımız birkaç büyük tarihi an ile daha haklı görünmektedir…
 

İnsanlık, var olalı beri, açlık, hastalık, cehalet, saplantılar, ayırımcılık, aşağılama, iftira, kıskançlık, her türlü zulüm, sürgün, esaret, öldürme, sömürgecilik vs. şekillerde tezahür eden olaylardan ötürü çok çekmiştir. Medeniyetin şahikasına çıkılmış olunduğu iddia edilen son üç asırda bile bu illetler yaygın bir şekilde varlığını sürdürmektedirler. 
Filistin ise, özellikle son yüz yıldan beri, bu illetlerin şiddetle yaşanmakta olduğu bir bölgedir. Özellikle de Kudüs şehrinin kendisi bu tür sefaletin ve zulmün en kesif olduğu yerdir. “Rüzgâr ise denî dehr ise sarraf değil”.
Yahudiler için bu kavganın sebepleri daha çok dini olmakla beraber, sonraları Siyonizim’in de etkisiyle siyasî bir şekle bürünmeye başlamıştır. Yahudiler’in inanışlarına göre, Filistin bölgesi kendilerine Tanrı tarafından vaad edilmiş ve kendileri üstün kılınmıştır. Bu duygu ile, MS 70 yılında Romalılar tarafından bölgeden sürüldükten sonra, yaklaşık 2000 yıl uzak kaldıkları kutsal topraklara dönüş mücadelesini hiç bırakmamışlar, saçılım dönemlerinde hep kendilerine vaad edilmiş topraklara dönme hayaliyle yaşamışlardır. 19. yüzyıl Avrupa’sında Yahudi düşmanlığının artmasının ve ırkçılığın bir sonucu olarak ortaya çıkan Siyonizim, İsrail Devleti’nin kuruluşuna giden süreci başlatmıştır. Bu dönemde, Avrupa’da bir Yahudi devletinin varlığına hayır diyen güçler, 1897 yılında Bazel’de yapılan Birinci Siyonist Kongresi’nde “Halkı olmayan bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka devretme” şeklinde ifade edilen Filistin topraklarında bir Yahudi devletini kurma fikrini ciddiyetle desteklemeğe başlamışlardır…

2010 yılı sonunda Tunus’ta başlayan ve hızla Libya ve Mısır gibi diğer Arap ülkelerinde de çok önemli sonuçlar doğuran Arap Baharı zaman içerisinde Suriye’de de etkili olmaya başlamıştır. Arap baharının bir sonucu olarak ortaya çıkan ve hem ülke içinde hem de bölgede yıllarca sürecek bir insanlık krizine sebep olan Suriye iç savaşı boyunca, yaklaşık 400 bin insan hayatını kaybetmiştir (UNHCR, 2017). 
Arap dünyasında yaşanan gelişmelerin ve ülke içerisindeki mezhepçiliğin etkisiyle (Tobin, 2013) ortaya çıkan Suriye iç savaşı yarattığı sosyal ve ekonomik etkiler ile dünyanın en büyük insani krizlerinden birine sebep olmuştur (European Commission, 2016). 
II. Dünya Savaşından bu tarafa bu ölçüde büyük bir insani kriz yaşamayan dünya, Suriye krizine kalıcı çözümler üretmekte zorlanmaktadır.  Bu süreçte uluslararası toplumdan gerekli desteği bulamayan Türkiye ise (Erdoğan, 2014), uyguladığı “açık kapı (open door)” (Kirisci, 2013) politikası ve kendi öz kaynakları ile soruna çözüm üretmeye çalışmaktadır. Bu süreçte uluslararası toplumdan gerekli desteği bulamayan ve süreci yönetmekte gün geçtikçe zorlanan Türkiye’nin bugüne kadar uyguladığı bu politikaların sürdürülebilir olup olmadığı ise ülke gündemini meşgul eden temel sorular arasındadır…

“Gerçek İslâm bu değil!”
Bu ifade son yirmi yılda o kadar çok dile getirildi ki, artık herkes bu ifadenin işlevsizliğinde hemfikir oldu diyebiliriz. 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra gerçek İslâm’ın bu olmadığı pek çok mecra tarafından, hatta Müslüman olmayan kişilerce bile yüksek sesle söylendi. El Kaide’nin, Taliban’ın ve benzeri örgütlerin eylemlerinden sonra da hep duyuldu bu ifade. Birileri kendilerince “gerçek İslâm” olarak gördükleri inançlarına dayanarak bir yerleri patlatıp onlarca insanın ölmesine sebep olunca ertesi günkü gazetelerde mutlaka bu ifadeyi gördük. Gerçek İslâm adına gerçekleştirilen her intihar bombası eyleminden sonra da aynı cümleyi duyduk. Her gün beş kez minarelerden duyduğumuz ezanın içinde geçen ifadelerin, aralarında çocukların da bulunduğu yığınların gözü önünde gerçekleştirilen vahşet eylemleri sırasında dile getirildiğini duyduk, izledik. Yüksek bir binanın tepesinden aşağıya gözleri bağlanmış insanlar atıldı, kamyon şoförleri “Fatiha” okuma sınavına tabi tutuldu, okuyamayanlar kurşuna dizildi, esir alınan askerlerin kafaları tekbirler eşliğinde kesildi, bazıları diri diri yakıldı ve daha nicesi oldu. Bütün bunları yapanlar da Müslüman olduklarını iddia ediyordu ve eylemler inanca dayandırılıyordu.  Sonrasında “Gerçek İslâm bu değil” denilen her eylem o eylemin faillerine göre gerçek İslâm için yapılıyordu aslında. Olayların bu yönünü pek görmedik, ya da üzerinde durmak istemedik…
 

ARŞİV