Milletlerarası rekabet nazariyât ve tarih yazıları...

Mustafa Çalık, İlker Eralp, Muhammed Tandoğan, Derda Küçükalp, Enes Şahin, Mustafa Aksoy, İlyas Söğütlü, Haydar Barış Aybakır, Vahdet Keleşyılmaz, Tuğrul Oğuzhan Yılmaz, Tufan Gündüz, Meryem Kaçan Erdoğan

Dr. Mustafa Çalık (Başyazı)

Kış ve Savaş Mektubu

Siyasî hayatımızın uzlaşma yerine kavga, hukuk yerine ideoloji ve etik yerine iktidar hırsını daha makbul sayan sosyo-kültürel “geriliği” ve “medenî insan mahrumiyeti” yetmezmiş gibi, üstüne bir de 15 Temmuz fâciâsı gelince, zâten hayli iğreti duran toplumsal muvâzenemiz iyice bozuldu.

MAKALELER

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren dönemin hükümdarları imar ve iskân faaliyetlerinde bulunmuş, toplumun ihtiyaçlarını ve refahını sağlayacak müesseseler oluşturmuşlardır. II. Bayezid de İstanbul, Edirne, Amasya gibi şehirlerde külliyeler inşa ettirmiş, Anadolu ve Rumeli’de yaptırdığı çeşitli hayır eserlerini toplumun hizmetine sunmuştur.
II. Bayezid, hayır eserlerinden bir kısmını İstanbul’un merkezi bir yerinde külliye tarzında inşa ettirmiştir. Cami, türbe, aşhane-imaret, sıbyan mektebi, tabhaneler, medrese, hamam ve kervansaraydan oluşan külliyenin yapımı 1501 yılında başlamış, diğer eklentileriyle birlikte 1507 yılında tamamlanmıştır. Külliye ile ilgili düzenlenen vakfiye Arapça olup (VGMA, Defter 2113; Tercümesi: Defter 2148) Rumeli Kazaskeri Mevlana Abdurrahman Çelebi tarafından yazılmıştır. Türkçe vakfiye, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde mevcut olup Ekim 1505 tarihini göstermektedir. Külliyeye gelir sağlamak ve son derece kalabalık olan hizmetli kadrosunun masraflarını karşılamak amacıyla başta İstanbul olmak üzere Bursa, Edirne, Selanik gibi şehirlerde çok sayıda gayrimenkul vakfedilmiştir…


 

Şah İsmail 1524’te vefat ettiğinde oğullarının en büyüğü olan Tahmasp henüz 14 yaşındaydı. Bütün Kızılbaş reislerinin derin hayal kırıklığı yaşadığı ve nasıl hareket edeceklerini bile bilemedikleri o acılı günde Şah İsmail’in kudretli eşi Taçlı Begüm, Tahmasp’ın kolundan tutarak Divanhane’ye getirdi ve tahta oturttu: “İşte yeni şahınız! Şimdi ona itaat edin!” Derler ki, bu esnada Dev Sultan ve Köpek Sultan da oradaydı, hattâ Tahmasp’ın bir elinden biri, diğerinden öbürü tutmuştu…

XIX. yüzyılda batı sömürgeciliği Afrika kıtasını doğrudan hedef almış ve burada yaşayan milletleri haksız işgallerle birlikte sömürgeleştirmiştir. 1884- 85 yıllarında, Berlin Konferansı sırasında Avrupalı devletlerin kendi aralarında anlaşmalarıyla birlikte Afrika, batı emperyalizminin doğrudan hedefi haline gelmiştir. 1870’li yıllarda Afrika’nın ancak onda biri sömürgeyken, bu oran 1890’lı yıllarda tam tersine dönmüş ve kıtada sömürge olmayan ülke oranı onda bire ulaşmıştır. Afrika’nın büyük bir çoğunluğu Osmanlı Devleti idaresine tabiiyken, batı sömürgeciliği Osmanlı’yı bölgeden çıkarmak istemiştir. İtalyanların, Afrika’daki sömürgecilik faaliyetlerini hızlandırmalarıyla birlikte, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da elinde kalan son toprağı olan Trablusgarp ve Bingazi bölgeleri, 29 Eylül 1911’de bir işgal girişimi ile karşı karşıya kalmıştır. 1911’de İtalyanların Trablusgarp ve Bingazi’ye saldırması ile birlikte başlayan süreç içerisinde; Türkiye’nin vermiş olduğu millî mücadele aralıksız on iki sene boyunca devam etmiş ve ancak 1923 yılında Cumhuriyetin ilân edilmesiyle son bulmuştur…

I. Dünya Savaşı esnasında gerek Kırım gerek Kazan ve gerekse Si­birya Tatarları arasından Rus ordusuna alınmış askerler vardı. Ruslar tara­fından özellikle Alman ve Avusturya-Macaristan ordularına karşı savaşı­lan cephelere sevk edilen Tatar askerlerden on binlercesi esir düşmüştür. Almanya’nın Wünsdorf ve Avusturya’nın Eğer kamplarında esaret hayatı yaşayan bu askerlerle ilgili mühim faaliyetler gerçekleştirilmiştir. Bu faaliyetlerin en önemlisi ise Tatarların Türkiye’ye getirtilmesi yolundaki ça­lışmalardır. Tatarların –kendi rızalarıyla­­­– Osmanlı ordusunda gönüllü olarak istihdamı ya da göçmen olarak Türk topraklarına yerleştirilmeleri­ni hedef alan ve uluslararası ilişkiler açısından büyük önem taşıyan Türk yaklaşımı soydaşlarında makes bulmuşsa da istenilen her şey arzu edildi­ği gibi gerçekleştirilememiştir…

Tarih, bir toplumun ihtiyacı olan birikim ve tecrübenin geçmişten tedarik edilmesidir; ama geleceğin bu yolla kurulması bir zorunluluk ilişkisi değildir. Geçmişte edinilen bilgi ve tecrübe, aşkın bir şekilde o toplumlarla beraber varlığını sürdürür ve tarih ilmi aracılığıyla açığa çıkarılır. İspanyol filozof Jose Ortega y Gasset’in de ifade ettiği gibi, bu “deneyimler toplumların geleceğini daraltır. İleride ne olacağını bilmesek de, ne olmayacağımızı biliriz. Geçmişimizi göz önüne alarak yaşarız.” (Gasset, 2011: 39) 
Modernizmin Aydınlanmacı epistemolojisine dayalı 19. yüzyıl pozitivist tarih anlayışı ise bu geçmiş algısında seçici davranmış ve geleceği kendi istikametinde kurmaya çalışmıştır. Vaktiyle yaşanmış hadiselerin kaydını tutmak amacıyla işlev gören bu yeni bilim; modernite ile geçmişi sistemleştirerek tarihi, yönü ve gayesi belli bir akış içerisinde resmetme görevi üstlenmiştir. Bu haliyle tarih, bir inşadır. Şimdinin gerisinde kalan ne varsa determinist bir şekilde aşamalandırılarak rasyonel yasalara uyumlu, değer yargılarından uzak, nesnel bir şimdinin boyunduruğu altına alınmaya çalışılmıştır. Böylece tarih, siyasal olanı başat kılan olgulara dayandırılarak ekonomi ve sosyal alandan soyutlanmış, bilim adına felsefe ve düşünce geleneğinin dışında bırakılmış, şimdinin ideolojilerine tâbi kılınarak geçmişe hapsedilmiştir…
 

Tarihsel bakımdan bir Batı deneyimi olarak yaşanmış olan modernlik, toplumsal dinamiklerin yarattığı ve düşünce ile eylem arasında diyalektik ilişki hattı üzerinde biçimlenmiş bir olgudur. Batı dışı dünyada ise modernleşme, genellikle, Batı’nın ekonomik, askeri ve siyasi baskısını dengelemek üzere devlet gücünü tahkim etmek gibi zorunluluktan kaynaklanan bir tepeden inme devlet projesi olarak gelişmiştir. Bu ve bunun gibi daha pek çok neden, bu dünyada, modernleşmenin, eleştirellik ve düşünümsellik ögesinden yoksun bir karakter kazanmasına neden olmuştur. Dünyada devlet eliyle modern toplumu yaratma yönündeki ilk girişim olan Türk modernleşmesi de bu genel eğilimin dışında değildir.  Ancak bu genellemenin aksine, Türkiye’de, modernleşme yöntemi ve deneyimi üzerine yeniden düşünen ve getirdiği önerilerle modernleşme sürecinin daha sahici bir nitelik kazanmasına katkı sağlamak isteyen figürler de yok değildir. Türk siyasal ve entelektüel yaşamının önemli aktörlerinden biri olan Bülent Ecevit bunlardan biridir ve ancak onun bu konumu, bugüne değin dişe dokunur bir akademik inceleme konusu yapılmamıştır… 

İlmin her faslı için usulsüz vusulün olmayacağı mütearifedir. Geleneğin diğer ilimlerin yanında reaya kaldığını söyleyip, kendisini ilimlerin padişahı olarak nitelemekte herhangi bir mahzurun bulunmadığını teslim ettiği tarih ilminin de bu çerçevede bir usulden mahrum şekilde tatbik edilmesinin mümkün olmayacağı açıkça ortadadır. Bu topraklara ait olan her şeye Fatih Camii’nin minaresi yerine Eyfel Kulesi’nin tepesinden bakmayı bir kıymet olarak kabul edenlerin Osmanlı tarihini anlama girişimlerinde usul yerine methodologia başvurusuyla, Osmanlı tarihini Batı tarih çalışmalarının deney sahası haline getirmelerini görmezden gelsek dahi, tarihin idrak edilmesinde yerli ve milli bir usul arayışının zaruri olduğu açıktır. İşaret ettiğimiz yerlilik bir kavme mensup olmak, bir dili konuşmak ya da belirli bir bölgede ikamet etmek ile değil bir amaç doğrultusunda ortaya konmuş birikimin ikbali hususunda endişe duymak ve bu ikbal için bir şekilde zincirin halkalarından biri haline gelmek iledir. Bu doğrultuda yerlilik, düşüncenin membaını Türk tarih tecrübesinden yani Türk geleneğinden almakla aynı anlama gelir. Millilik ise belli bir itikadın etrafında toplanmış olmayı ifade eder ki bu anlamda millilik, düşüncenin sınırlarının İslam ile çizilmesidir. Bu hususta kendisine intikal edilebilecek pek çok isimden bahsetmek mümkün ise de Mukaddime müellifine bu sahada ilk sıradan yer açmak ilmî terbiyenin gereği olsa gerektir. İşaret ettiğimiz doğrultuda İbn Haldun’dan yerlilik ve millilik nasıl çıkacak? sorusunu soranlara verilecek cevap meselenin İbn Haldun’un bu tecrübeye bizzat dahil olmuş olması değil, bahsi geçen geleneğin müntesiplerince her dönem yeniden aktüel hale getirilerek, düşüncenin miri malı haline getirilmesidir. Bu istikamette şu hükme varmak mümkündür ki Mevlâna, Yunus Emre, Tursun Fakih, Kemalpaşazade, Kâtip Çelebi, Birgivi ve Cevdet Paşa ne kadar yerli ve milli ise İbn Haldun, Gazzâlî, İbn Sina, Farabi ve İbn Arabi de o kadar yerli ve millidir… 

Postmodernizm ile ilgili bir tartışmada, postmodernizmden ne anladığımızı açıklığa kavuşturmak önemlidir. Pejoratif anlamıyla postmodernizm; hakikati, evrenselliği ve aklı reddeden bir düşünce biçimine karşılık gelir. Postmodernizmi eleştirenlerin çoğu bu anlamı çıkış noktası almış ve postmodernizimin “ne olsa gider” anlayışıyla elimizde eylemleri değerlendirebileceğimiz hiçbir ölçüt bırakmadığını iddia etmişlerdir. Biz postmodernizmi pejoratif anlamıyla ele almıyoruz. Bize göre, postmodern olarak nitelenen düşünürlerin modern düşünceye ilişkin değerlendirmeleri dikkate alındığında, postmodernizmin de, bu değerlendirmelerde gizli etik bir referansa sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bu referans, farklılığa yönelik duyarlılıktır. Postmodernizm için farklılıkların hayat bulabilmeleri ve kendilerini ifade edebilmeleri iyi bir şey iken bunu engelleyen gizli ya da açık her türlü baskı ise kötü bir şeydir. Postmodernizmin hakikat, evrensellik ve akıl eleştirisi söz konusu duyarlılıktan beslenir. Postmodernizme göre, evrensel hakikat ve akıl anlayışına dayalı bir düşünme biçimleri, aynılık mantığını dikte ederek yaşamı belirli bir kalıba sokmaya çalışmaları ve böylece yaşamın olumsallığından kaynaklanan farklılıkları yadsımaları nedeniyle sorunludur. Söz konusu düşünme biçimleri, hakim yaşam tarzının kendisini “hakikate” ve “akla” uygun olanla (yani “evrensel” olanla) özdeşleştirerek diğer yaşam tarzlarından üstün olduğunu iddia etmesine imkan sağlar ve böylece toplumsal yaşamda belirli bir yaşam tarzının hakimiyetini meşrulaştırıcı bir işlev görür… 

Dünya ticaretinin “boğazı” olarak tanımlanan Kızıldeniz, Afrika’nın kaybettiren ortağı Çin’in “İpek Yolu” projesinde stratejik bir deniz geçiş güzergâhına sahiptir. Avrupa ve Amerika’dan Asya ve Afrika’ya, Japonya ve Çin’den Afrika ve Batı ülkelerine gerçekleşen ticaretin % 10’luk kısmı da bu rota üzerinden sağlanmaktadır. 

Küresel güçlerin, dünyanın farklı noktalarındaki çekişme alanlarına ve değişik bölgelerindeki üslerine asker göndermede kullandığı üs konumundaki Kızıldeniz, tüm bu sebeplerden ötürü hedefte yer almaktadır. Dünya siyasetine yön verme iddiasındaki güçler, uluslararası ticareti ve yüksek tonilatolu petrol gemilerini korumak ya da terörle mücadelede kullanmak üzere burada askeri üsler kurmaktadır. Sevâkin adası jeopolitik ve jeostratejik konumu itibariyle Kızıldeniz’den geçen deniz ticareti trafiğini ve en önemlisi Doğu Afrika ile Hicaz bölgelerinde yürütülecek stratejik hamleleri kontrol altına almak için önemi haiz bir bölgedir…

1980 ve 90’lı yıllar ile küresel üretim metodlarında yaşanan değişmelerin bazı üretim aşamalarının farklı ülkelerde yapılabilmesine yol açmasıyla birlikte, büyük ölçekli üretim yapan bazı önemli firmalar üretim lokasyonlarını işçi, toprak ve enerji maliyetlerinin düşük olduğu ülkelere taşıdılar. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Asya, özellikle de Çin, küresel markaların üretim merkezi haline geldi ve bu ülke önderliğinde başlayan ekonomik kalkınma diğer bölge ülkelerinin ekonomik büyümesine çok önemli katkılar sağladı. Sonuç olarak, dünyada son 30 yıldır kesintisiz olarak ortalama %10 büyüyen tek ülke (Peston, 2014) ve 3,1 trilyon dolarlık döviz rezervi (Yao, 2017) ile dünyanın en büyük dış yatırımcısı olan Çin, bugün itibarıyla dünyanın en büyük ikinci ekonomisi konumuna geldi (The World Bank, 2017)....

ARŞİV